27 Kasım 2009 Cuma

Grotowski, ya da Sınır - Jan Kott

Çeviren: Celal Mordeniz New Theatre Quarterly, Cilt:6, Sayı 23, Ağustos 1990, s. 203-206 Jan Kott Jerzy Grotowski’yle buluşuyor: Çalışmasında yaratıcı ve yorumlayıcı eylemleri birleştirmeyi başarmış bir tiyatro eleştirmeni olan Kott, kendi deyişiyle ömrünü ritüel ile tiyatronun, tiyatro ile yaşamın kendisi arasındaki sınırları yıkarak geçirmiş "guru" ile karşılaşıyor. Hem Jan Kott’tan gelen düzenli yazıları yayınlaması hem de onun uzun zamandır danışmanlarımızdan biri olması bakımından, orijinal Theatre Quarterly ile NTQ (New Theatre Quarterly) dergileri oldukça şanslıydılar. Grotowski’yi daha uzaktan izler, hatta kritiğini yapardık. Jan Kott şimdi aradaki mesafeyi kapatıyor. Birkaç ay önce bir Alman yayınevinden Jerzy Grotowski’yi Peter Brook’la yan yana gösteren bir kartpostal aldım. Arkalarında boş bir duvar var. Yan yana yerleştirilmiş sandalyelerde oturuyorlar, belki de ahşap banktırlar. Bir tren istasyonunun bekleme salonundakiler gibi. Ama nerede? Hangi istasyonda? Kocaman, şişkin bir sırt çantası ayaklarının altında duruyor. İkisinden hangisine ait? Brook’un üstünde siyah bir takım ve balıkçı yaka bir kazak var. Başı hafifçe eğilmiş, geniş alnı neredeyse kel kafalı olacak şekilde geriye doğru eğimli, birkaç tutam saç sadece kenarlarda var. Grotowski’nin de üstünde siyah bir takım var, fakat düğmesiz bir gömlek ve askılı bir pantolonla birlikte giymiş. Çıplak ayaklarını sandaletlerin içinden fırlamış. Bir an için biri, Vladimir ve Estragon’un yeniden bir araya gelip yeni bir Godot’yu beklediklerini düşünebilir. Grotowski ve Brook’un her ikisi de birçok defa yolculuk etmişlerdir. Gezginlik yaptıklarını söylemek daha doğru olabilir. Brook’un gezileri, diğer yaptığı bütün şeyler gibi, çok iyi bir şekilde kayıt altına alınmıştır: tarifler, raporlar, fotoğraflarla. Grotowski’nin, Hindistan’ın geniş alanlarında aylarca tek başına yaptığı yolculuklarının tek izi beraberinde taşıdıklarıdır. Brook, dünyanın uzak bölgelerine yaptığı yolculuklarında, tiyatroya dair olana daima aç, Asya ve Afrika’nın en ücra köylerinde, hiç durmaksızın, tiyatroyu zenginleştirecek yeni yolları araştırıyordu: henüz keşfedilmemiş bir jesti ya da bir müzikal enstrüman ya da melodiyi. Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası’nda âşıkların etrafını saran Kabuki’den alınma kurdeleyi; belki de gerili yaydan hiçbir zaman fırlatılmamış, havada asılı duran Mahabharata’daki okları; ya da yaşlı kadının, Carmen ve aşk yatağının çevresindeki son sevgilisi için yaktığı dünyanın üç köşesinde şenlik ateşlerini kim unutabilir ki? Brook’un prodüksiyonlarında ateş, su, kum heyecan verici işaretlerdir; bu semboller asla kendi maddeselliklerini yitirmezler. Mahabharata’daki kızıl kum gerçekten de Ganj’ın kıyısından getirilmiştir. Brook, başka hiçbir sanatçının yapmadığı kadar ritüeli tiyatroya çevirmiştir. Grotowski ise inananlar için böylesi bir girişimin kutsala saygısızlık, kutsalın talanı; inanmayanlar içinse bir hilekârlık biçimi olduğunun ve oyunculuğun da Cieslak’ın Sadık Prens’te yaptığı gibi kendini feda ediş eylemi olduğunun farkına varana kadar inatla ve ısrarla tiyatroyu ritüele geri döndürmeye uğraşmıştır. Almanya’dan gelen kartpostalda Brook ellerini dizlerinin üstüne koymuş gözleri kısık dinliyor. Brook’un nasıl dinlediğini epey iyi hatırlıyorum. Bir kedi gibi tetiktedir. Aç bir kedi gibi. Hiçbir şey söylemez, sadece zaman zaman elindeki peçeteyi kıvırıp katlar. Bu buruşuk peçete bir sahne tasarımına dönüşür. Fotoğrafta sağ elini kaldırmış, Brook’a bakıyor ve konuşuyor. Brook sürekli soru sorar. Fırtına’da birlikte çalıştığım Giorgio Strehler de sürekli sorular sorar fakat sorduğu soruları uzun uzun kendi cevaplar. Ardından başka bir soru sorar, fakat onun ilgilendiği sadece kendi cevaplarıdır. Brook’la sohbet etmek zordur, sürekli karşısındaki kişi konuşur. Strehler’le sohbet ise imkânsızdır; sürekli kendi konuşur. Üçü arasında, sadece Grotowski gerçek bir hoşsohbettir. Muhtemelen geleneksel tiyatrodan sadece buluşma eylemini tutmayı istemesinin sebebi budur. Karşılıklılık. Grotowski’yle yıllar sonra tekrar Santa Monica’da görüştüm. Almanya’dan gelen kartpostaldaki resimdekine nazaran oldukça değişmişti. Grotowski’yi yıllar boyunca aralıklı olarak, sanki içsel dönüşümleri ruhunun bedensel yansımasına aksetmiş gibi, bir zayıf bir şişman görmüştüm. Fotoğrafta Grotowski hala karışık bir şekilde kulaklarını ve boynunu örtmüş sık ve siyah saçlara sahipti. Şimdi geniş alnı belirginleşmiş; ağarmış saçları, düzensiz ve seyrek keçi sakalıyla ve çok önceden kırlaşmış favorileriyle karışmış.. Her zaman giydiği ancak çok fazla kilo verdiği için kendisine büyük gelen siyah takımını, beyaz bir gömlek giymiş, pek adet olmayan eski moda kalın düğümlü siyah bir kravat bağlamıştı. “Tam olarak eski Avusturya-Macaristan imparatorluğu Galiçyasından bir devlet memuru gibi görünüyor.”, dedi L. Grotowski Haiti vudu tapımı konusunda bir konuşma yaptı: Katılımcılara bulaşan bir trans hali olan seremoninin icrası ve oyuncunun transı nasıl kontrol edebileceği hakkında. Gösterdiği belgesel filmde, beyaz bir horozun kafası kesildi ve tüyleri havada uçuştu. Bu hemen hemen iki yıl önce, Avrupa ve Amerika’dan dokuz sanat tarihçisi ve etnografla birlikte bir yıllığına davet edildiğim Santa Monica’daki Getty Center’daydı. Bir tek ben tiyatro tarihçisiydim ve muhtemelen de bu yüzden benden Grotowski’yle bir konuşma ayarlamam istenmişti. O sırada kendisi hâlâ koyu bir aksanla İngilizce konuşuyordu, ve gösterdiği film (muhtemelen bozuk projektör yüzünden) koptu ve boşlukta dönmeye başladı. Tıpkı beyaz horozun tüyleri gibi. Yıllar boyunca Grotowski’yi dinleyicilerinde, kanımca söylediği herhangi bir şeyden daha çok karakteriyle oluşturduğu transı izleyen bir guru olarak gördüm. Fakat bu her zaman tiyatroculardan oluşan bir dinleyici kitlesinde olurdu. Onlar zaten özellikle büyük Grotowski’nin dizleri dibinde oturmaya gelmiş olurlardı. Buna mukabil, Getty Center’daki meslektaşlarım Grotowski hakkında neredeyse hiçbir şey duymamışlardı. Ve heyecanlarını gösterdiklerinde, sanki çok bilinen bir tablonun arkasında beklenmedik bir şekilde Leonardo’nun bir eskizini keşfetmişlerdi. Şimdiye kadar Grotowski bu sanat tarihçileri ve etnograflar tarafından coşkuyla kabul edilmişti. O yıl, ondan önce ya da sonra başka hiç kimseyi olmadığı kadar üstelik. Ve aralarında düzenli olarak ders veren mükemmel konuşmacılar vardı. O akşam Grotowski peynirli ve patatesli Rus pierogi’si* için bizim kaldığımız yere geldi. Büyük bir hazla yedi. Hayretle seslendim: “Sadece lotus tohumu yemelisin.” “Lotus tohumu Polonya votkasıyla çok iyi giderdi” diye yanıtladı. Bu benim için tamamen yeni bir Grotowski’ydi. Daha önce kendisiyle dalga geçtiğini hiç duymamıştım. Açılıyormuş gibi görünüyordu. Yalnızdı. Uzun bir zamandır arkadaşları ve oyuncuları tüm dünyaya dağılmışlardı. Ya da artık yaşamıyorlar. Aynı benimkiler gibi. Giderken bana daha önce yanından hiç ayırmadığını söylediği bir kitap verdi. Martin Buber’in, Tales of Hasidim kitabının Fransızca çevirisiydi. Bu öyküler, Stanislaw Vincenz’in, Czeremosz Nehri’nin** yukarısında yaşayan Hasidik Yahudilerden derlediği öykülere benziyor. “Güzel Tanrım,” der Baal Shem Tov’un*** uzak ardıllarından biri, “Yahudileri koru. Eğer hepsini koruyamıyorsan, hiç değilse senin şahsen seçtiğin birkaçını kurtar.” Bu garipti, ama o akşam, Rus Pierogis’i yemekle meşgul, eski guru Grotowski’nin Hasidlerden biri olduğu izlenimi edindim. Aynı yılın mayıs ya da haziran ayında Grotowski tarafından Irvine’deki kampusuna davet edildik. Kaliforniya’daki, binaların ve insanların önemsizleştiği sık bir ormanın kenarında kurulmuş üniversite kampuslarından biriydi. Orman belli belirsiz bir biçimde açık alana dönüşüyor. Diğer yanda okyanus sadece birkaç mil uzaklıkta. Kampüsün ucunda kendisine tahsis edilmiş eski bir ambarın bitişiğinde, Grotowski parlak ahşaptan dairesel bir Moğol yurt’u kurmuş. Bu karanlık ambarda, bu parlak yurt’ta, çalılığın yakınında ya da deniz kıyısı boyunca, bütün bir yıl boyunca her gün, bazen gece yarılarına kadar, Grotowski yeni bir grup oyuncuyu çalıştırıyor. Yedi geç adam ve bir genç kadın vardı. Genç adamlardan biri Meksika’lıydı, sanırım biri de Bali’liydi, geri kalanlar da iki Amerika’dandı. Genç kadın Japon’du. Buraya ya kendi çabalarıyla ya da Grotowski’nin girişimiyle gelmişlerdi. Grotowski, bu uzun gece için ben ve L.’den başka, André Gregory ve karısı Mercedes’i ve kampustan iki ya da üç kişiyi de davet etmişti. Yani performansçılar izleyicilerden kalabalıktılar. Yurt hâlâ taze reçine kokuyordu, cilalanmış zemin Japon Noh tiyatrosundaki gibi parlaktı. Ayakkabılarımızı çıkardık ve tahta banklara oturtulduk. Performans Grotowski’nin absolüt kulağı olduğunu söylediği genç Meksikalıyla [Pablo Jimenez] başladı. İçinde aynı nota diziliminin tekrar ettiği bir şarkıya başladı, ardından sesini kısıp tekrar yükseltti. Bu şarkıya hepsi birbirine eş monoton bir dans adımı eşlik etti. İcracının dizleri birbirlerine sürttü ve ayak parmak uçları ileriyi işaret ediyordu. Her adımda İcracının bedeninin pozisyonuna göre, başı ve omuzları kıvrılacak ve tekrar düzelecekti. Bu uzun süre devam etti ve birden heyecan yükseldi. Bu garip adım hepimizin boğazına yerleşmişti sanki. Derken ilk dansçı diğerleri tarafından kuşatıldı, hepsi birden aynı monotonlukta şarkıyı söyleyip aynı sallanan adımı icra etmeye başladılar. Yavaşça çözülen bir yılana benzediler. Bu yılanda hipnotik bir şeyler olmalıydı, çünkü davetliler gitgide sallanan dans adımlarını tekrar etmeye ve şarkı söylemeye katıldılar. Daha sonra Grotowski’ye bu garip bedeni inciten yürüyüşün kökenini sordum. O, bunun Hasidim’in ayinsel salınımı ile Zen’deki meditasyon duruşlarından birinin birleşimi olduğunu söyledi. Meditasyon bedensel gerilimi ve eylemi önceleyen düşünce sürecini gerektirir. Ardından yurttan çalılığa doğru birkaç yüz adım götürüldük. Karşımızdaki küçük bir tepecikte, iki genç kadın ve erkek aynı yaylanan adımı tekrar ediyorlardı bir kez daha, fakat oldukları yerde durarak. Birbiri ardına dünyanın dört yönüne döneceklerdi, ve ardından yeri ve göğü selamlayacaklardı. Dışarıdan bir gözlemci için bu dans Kaliforniya’da yeşeren bilinmeyen yüzlerce inançtan birinin gizemli ritüellerinden biri gibi görünüyordu, fakat güneş batarken küçük tepede sadece Latin Amerikalı iki genç ve Japon kız duruyordu. Bir noktada üç at –ikisi beyaz biri siyah- önümüzden geçti. Sanki daha yeni bir Gauguin resminden çıkmış gibiydiler. Ön ayakları zincire vurulmuştu. Atlar çok yavaş hareket ettiler, kısa adımlar attılar, başları kuru çalılıkta bulması oldukça zor olan çim öbeklerini aramak için eğilmişti. Bir anlığına iki genç adamla bir genç kızda olan bakışımızın önüne geçtiler, onların da başları atlarınki gibi yere eğilmişti. Daha sonra Grotowski’ye bu muhteşem anı tasarlayıp tasarlamadığını sordum. “Hayır” diye yanıtladı, “Tek büyük yönetmen Tanrıdır.” İlerleyen vakitlerde, alacakaranlıkta, yedi erkek ve bir kadın yurt’un içinde büyük bir daire şeklinde koşmaya başladılar. Koştular, daha hızlı, daha yavaş, değişen adımlarla. Birbirlerine bakmadılar ama hepsi adımlarını aynı anda değiştirdiler, sanki birbirlerine görünmez bir iple bağlıymışçasına. Bu çok uzun süre devam etti, ama bu tekdüze koşu, bu müziksiz soyut ve anlamsız bale, gittikçe daha büyüleyici olmaya devam etti. Ta ki durana kadar. Grotowski’ye süreyi nasıl ölçtüğünü sordum. “Kendi kendini tükettiği zaman,” dedi “akış durdu.” Gece geç vakitte ambara götürüldük. Tekrar bir duvarın dibindeki ahşap bir banka oturtulduk. Grotowski sağ köşede çömelmişti. Ambar, sadece karşımızdaki alçak bir masada kırpışarak yanan bir düzine mum dışında karanlıktı. İcracılar şimdi duvarlara yakın koşuyorlardı. Sürekli değişmekteydiler, sadece iki şey vardı: kovalanan ve kovalayan, bir kadın ile bir erkek ya da iki erkek. Çıplaktılar, bedenlerinden hafifçe sarkan beyaz örtülerde kalın ve koyu çizgilerle çizilmiş iskeletler vardı. Alevleri, koşturan bedenlerin rüzgârıyla dalgalanan mumların ışığında muazzam gölgeler ambarın duvarlarında hareket etti. Kovalama sürekli tekrar eden bir seriydi. Ve her seri daima kaçırma, cinayet ya da affetmeyi imleyen bir jestle sonlandı. İki kere, kovalayan sonunda insan avını yakaladığında onu bezle örttü ve bunu iki kere yaptıktan sonra avlanan ya da kaçırılan yaratık bezle örtülü başını yavaşça kaldırdı ve Lazarus’un ölümden kalkışındaki yarı-oturma pozisyonunda dondu, ya da Grotowski’nin mitolojiler ve kültürler senkretisizmine**** göre, beyaz sargılara bürünmüş Mısırlı bir mumyanın lahitinden yavaşça kalkışı gibi. Ertesi sabah erkenden, hoşça kal derken, Grotowski’ye bu yılın çalışmasıyla ilgili bir kayıt –fotoğraf, çizim, yazı vb.- tutup tutmadığını sordum. “Ne için?” diye gerçekten şaşırmış bir şekilde sordu. “Yegâne ölümsüz iz hafızadakidir.” Ardından gülümsedi. “bunu en iyi senin biliyor olman lazım Jan. Bedenin hafızası hakkında yazdın.” Bu, Grotowski’nin Irvine’deki son yılıydı. Yeni çalışma merkezi Floransa’ya 30-40 mil uzaklıkta küçük bir Toskana köyü olan Pontedera’daydı. Köyde üçüncü sınıf bir lokanta bile yok, dolayısıyla Grotowski’nin öğrencileri –yaklaşık yirmi kişi- kendi yemeklerini kendileri hazırlıyorlar. Grotowski ile üç yıl kalacaklar. Kırdaki yeni okulunun açılışından kısa bir süre sonra, Brook Grotowski’yi ziyaret etti. Eğer yine ahşap bir banka yan yana otursalardı bu sefer gezgin sırt çantası Brook’ta olurdu. Bu vesileyle Brook Cordon Craig hakkında konuştu. Craig’i en büyük evrensel ustalardan biri olarak tarif etti. Craig’in etkisi ve ünü tüm yüzyıl boyunca geçerli olmuş ve tiyatronun tüm alanlarını kapsamıştır. Craig’in ünü onun az sayıdaki prodüksiyonlarından en azından birini ilk elden bilenler tarafından yayılmıştır, ve onlar bu efsaneyi kendi öğrencilerine aktarmış oradan da ikinci kuşak öğrencilere geçmiştir. Kendisinden sonra yaşamaya devam eden Craig efsanesi, bir bütüncül tiyatro bakışı ihtiva etmektedir. Bu bütüncül tiyatro –ve Brook bunu konuşmasında vurgulamadı- bir imkânsız tiyatrodur çünkü özü, ne söz ne oyuncu ne dekor-kostüm ne de müziktir. Belki sadece hareket ve ışıktır. Craig’le Grotowski’yi karşılaştıran ilk kişi Brook muydu emin değilim ama kanımca bu karşılaştırma oldukça açıklayıcıdır. Her ikisi hakkında da bir şeyler söyler. Pontedera’daki bu buluşmada Georges Banu da vardı. Bana yazdığı bir mektupta, “Grotowski’yi gördüm. Ne sınırlamalar koymuştu öyle! Fakat bu sınırlarda ne kadar da dayanıklılık vardı. İlk kez tiyatronun sınırlarını deneyimledim”, dedi. Ben bu sınırı iki yıl önce Irvine’de deneyimlemiştim: Güneş doğarken, Grotowski’nin yurtunun neredeyse eşiğine kadar sokulmuş çayırların üzerinde, çıngıraklı yılan tıslayıp hava titreştiği zaman. Böyle titreşen bir havayı daha önce Necef çölünde Süleyman’ın gül desenli kolonlarında görmüştüm. 1989 İngilizceye çeviren: Jadwiga Kosicka * Bir çeşit Rus mantısı. ** Ukrayna’da bir nehir. *** 1698-1760 yılları arasında yaşamış Yahudi din adamı ve mistik. Hasidizmin kurucu babasıdır. Rusya Polonya sınırda doğmuş yaşamının son 24 yılını Ukrayna’da geçirmiştir. ****Ç.N. Aykırı gibi görünen iki düşünceyi veya inancı bağdaştırmak (Felsefe, Din)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder