Oğuz ARICI
19 Mayıs 2007
Atep3 (Association Théâtrale des étudiants de Paris III) “Paris III Öğrencileri Tiyatro Birliği” Festivali. 25 Mayıs’ta “Ben, Pierre Riviere”i sunacağız.
Saat 10:30 civarı… Paris-Orly havaalanı. Kerem’in birkaç gün önceden bize attığı e-posta. “Orlybus’a binin ve Denfert-Rochereau durağında –son durakta- inin”. Orlybus bileti. Üç adet: Bana, Erdem’e, Celal’e. Eşyaları yüklüyoruz. Yolculuk. Paris’in içlerine doğru. Yorgun ama meraklı gözlerle bakıyoruz etrafa. 40-50 dakika sonra, son duraktayız. Çok geçmeden Kerem geliyor.

Ben ve Erdem Mine’lerin evinde kalacağız. Celal ve İlke Kerem’lerde... İlke henüz gelmedi. Başka bir uçakla geliyor. Şimdilik evlere dağılıyoruz. Eşyalarımızı bırakıp sonra yeniden buluşacağız. Kerem, Mine’nin bizi karşılayacağı Menilmontant metro durağını tarif ediyor. Örümcek ağı gibi örülmüş Paris metrosunu, renklendirilmiş bir harita yardımıyla çözmeye çalışıyoruz. Haritaları hiç yanımızdan ayırmayacağımız belli.

Biraz soluklanıp çıkıyoruz dışarıya; Kerem, Gaye ve Celal ile Bastille’de buluşuyoruz. Cite denilen Paris’in ilk yerleşim alanına doğru yürüyoruz. Bende bir halsizlik var. Uçakta da iyi değildim pek. Oturup bir kahve içiyoruz. Daha fazla yürüyecek gibi değilim. Kahvelerden sonra Erdem’le birlikte ayrılıyoruz. Menilmontant’a doğru… Biraz yürümek zorundayız… Metro istasyonunu bulamadık… Bastille’e kadar yürüdük… Bayılacak gibiyim… Erdem de benden farklı değil. Eve güç bela vardık… Uyku, ölüm gibi abanıyor üstümüze.
20 Mayıs 2007
Pere Lachaise gezintisi (ziyareti?). Pere Lachaise, Paris’teki en büyük mezarlık. 48 hektar. Napoleon tarafından 1804’te oluşturulmuş. Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Pierre Bourdieu, Eugene Delacroix, Abelard ile Heloise, La Fontaine, Jim Morrison, Moliere, Oscar Wilde… Liste uzun, mezarlık büyük, mezarlar sessiz. Ünlülerin yanında isimleri okunamayan, kırık, bozulmuş mezarlar da var. Belli ki soyları tükenmiş, arayanı soranı yok, sahipsiz. Dünya savaşları? Veba?..
Oscar Wilde’ın dudak izleri…
Ünlülerin ise ziyaretçisi bol. Onlar hiç unutulmuyor. Oscar Wilde’ın mezarlığı örneğin, ilginç. Mezartaşında yüzlerce dudak izi var. Büyük tepkiler alan hayat biçiminin ve eserlerinin (özellikle Dorian Gray’in Portresi) bir uzantısı sanki… Hayranları onun skandallar yaratan yaşamını unutturmak istemiyorlar anlaşılan. Aklıma Pierre Riviere üzerine çalışırken ilişkili olduğunu düşünerek okuduğum Reading Zindanı Baladı’ndaki bir şiir geliyor belli belirsiz:









Laurent, Caen Devlet Arşivi’ne giderek Pierre Riviere’in el yazması hatıratını buluyor. Normalde sadece mikrofilminin gösterilmesi gerek. Ancak yetkililer mikro filmi bulamıyorlar. Orijinal elyazmalarını göstermek zorunda kalıyorlar. Laurent, çok heyecanlandığını söylüyor. Bizi de heyecanlandırıyor. Pierre’in nasıl bir ritimle yazdığını merak ediyormuş. Anlatıyor. Büyükçe bir defter çıkıyor karşısına. Elle dikilmiş, ciltlenmiş, ama yıpranmış, eski bir defter. 172 yıl öncesine ait. Sayfalar kenarlarına kadar yazıyla dolu. “Normal bir durum” diye ekliyor Laurent, “kağıt az, idareli kullanılmalı”. Bazı yerler yırtılmış, belli ki yazarken bazı yerlerde sinirlenmiş Pierre.
Pierre Riviere’in kaldığı hapishane uzun zamandır kullanılmıyormuş. Laurent oyunu bir kere de orada oynamış.
Laurent 18 yıldır tiyatronun içinde. Ama koşulların gittikçe kötüye gittiğinden şikâyetçi. İşsizlik sigortası için en az 43 kaşe gerekli. Çoğu zaman yönetmenler oyuncunun parasını ödüyor ama kaşesini ödemiyor. Bir nev’i sigortasız işçi çalıştırma… Maalesef koşullar kötü olduğu için oyuncular bu duruma razı. Bazen suiistimaller de oluyormuş. Hem işsizlik sigortası alıp hem de oyunlarda kayıt dışı olarak oynayan oyuncular varmış. Çok şaşırmıyoruz.
Laurent anlattıkça Fransa’daki tiyatro sistemini yavaş yavaş çözüyor gibiyiz. Krallık yönetmenlerin elinde. Bir oyuncu havuzu var. Yönetmenler istediği oyuncuyu çağırarak oyununu hazırlıyor. Her şey oyun bazlı. Oyun bitince her şey bitiyor. Grup kurmak, kalıcı bir kumpanyaya dönüşmek Laurent’in düşüncesine göre yönetmenler için bir problem. Çünkü o vakit “krallıktan vazgeçmek zorundalar” diyor ve ekliyor: “Örgütlenme ve mali problemler de cabası. Diyelim iki kişilik bir oyun oynayacaksınız. Grubun diğer oyuncuları ne olacak?”
24 Mayıs
Prova günü… Erdem, Zeynep, Celal
Dört saatliğine salonu aldık. Teknik prova yapacağız. Arkadaki büyük camlı pencereleri gazete ve kartonlarla kapatmaya çalışıyoruz. İş, tahminimizden de uzun sürüyor. Yarısını karartmayı başardık. Gerisini yarına yapacağız. Seyirciyi nasıl yerleştireceğimizi konuşuyoruz. Seyircilerin oturabileceği iki ahşap basamak ve sıralar var. U şeklinde düzenlemeye karar veriyoruz. En son olarak da siyah naylon zemini yerleştiriyoruz. Biraz yorulduk, ama bir aksilik yok… saat 16:00 gibi salonu terk ediyoruz. Pompidou’ya gideceğiz, Beckett –dünden bugüne[1]- sergisine.
Sergide Beckett’la ilgili pek çok şeyi bulmak mümkün. El yazmaları. Defterlere alınmış notlar. Üzerine çarpı atılmış dieu (tanrı) notu. Provalardan fotoğraflar. Oyun videoları. Beckett’ın kullandığı objeler… Bütün bunlara çağdaş sanatçıların eserleri katılıyor. Beckett’ın açtığı imgeler dünyasına katılıyorlar…
25 Mayıs
Oyun günü. Pencerelerin kalan kısımlarını kapatıyoruz. Celal projeksiyonu takmaya çalışıyor. Biraz tel yardımıyla o da hazır. Akşam 7’de gösterimiz başlıyor. Oyun alanı ile seyirci çok yakın. Üst yazı izleyici için fazla yüksekte kalıyor. Bunun biraz sorun olduğunun farkındayız. Yine de izleyici ilgiyle seyrediyor. Uzunca bir süre alkışlanıyor Erdem. İzlenimlerin olumlu olduğunu düşünüyoruz.
9’da Laurent’in gösterisi var. Bir an evvel boşaltmaya çalışıyoruz sahneyi. Laurent seyirciyi farklı bir şekilde yerleştirecek. Biraz yardım ediyoruz. Sonra, oyuna hazırlanması için bırakıyoruz onu sahnede.
Laurent’in, orijinal oyununu üniversitenin salonuna göre yeniden düzenlediğini biliyoruz. Bazı sahnelerini ve obje kullanımlarını değiştirmiş. Seyirci içeri alınırken konuşuyor Laurent’in Pierre Riviere’i, ortada, kendi kendine, fısıltıyla. Sonra oyun başlıyor. Objelerin kullanımı. Çivi. Pamuk. Fener. Toprak. “Pazar elbisesi”. Oyunu videoya çekiyorum. Bizimkini de çekmiştim. Kollarım ağrıyor. Titretmemeye çalışarak kollarımı değiştiriyorum. Oyun bitiyor. Laurent, Erdem’i alkışa çıkarıyor. Sarılıyorlar. Yutkunuyorum.
Oyundan sonra hep birlikte okulun yakınlarında bir kafeye oturuyoruz. Sohbet. Laurent üst yazılarla ilgili fark etmediğimiz bir soruna daha dikkat çekiyor. Pierre Riviere’in hatıratı gerçekte hatalarla dolu. Bizim Fransızca üst yazıda ise hatalar çok az. Belki daha fazla olmalıydı diyor Laurent. Çünkü seyirci, bir çeviri sorunu olarak algıladı bunu. Belki de hiç yazım hatası koymamak gerekiyor.
Laurent ile Erdem’in “benzerlikleri” üzerine konuşuyoruz. Gülüyoruz.
Jean’ın ölümünün anlatıldığı sahne. Laurent, Erdem’in bunu gülerek oynamasını iki şekilde yorumladığını söylüyor: Birincisi bundan zevk alıyor. İkincisi ölüm onu etkiliyor. İçinde üzüntünün de olduğu bir etki bu. Tıpkı İsa’nın çektiği acılar gibi…
Delilik düşüncesi ve bunun sahneye yansıması üzerine açılıyor konu. Kerem, Laurent’in oyununda “deliliğin” fazla görünmediğini, bu açıdan bizim oyunu nasıl bulduğunu soruyor. “Gidip geliyor” diyor Laurent. “Tam anlamıyla bir ‘deli’yi oynamıyor. Son kertede delilik hakkında çok fazla şey bilmiyoruz. Bazı klişeler dışında elimizde bir şey yok. Klişelere düşme riskimiz bu yüzden çok yüksek.”
26 Mayıs
Pikniğe gittik. Hava pek iyi değil, astı yüzünü, yağdı yağacak. Sohbet. İstanbul ve Paris arasında karşılaştırmalar. Bizdeki eğitimsizlik mi, ahlak eksikliği mi yoksa adalet eksikliği mi? Kültür farklılıkları…
Hava atıştırmaya başlıyor. Biz o işi çoktan bitirdik. Celal ve İlke ayrılıyorlar. Ben, Erdem ve Gülçin pikniğimizden kalan şarapla birlikte Zafer Anıtı’na (Arch of Triumph) gitmeye karar veriyoruz. Hava iyice bozdu. Bir süre oturuyoruz anıtın altında. Yağmur hafifleyince Grand Arch’a gidiyoruz. Şehrin modern yanında yapılmış, Zafer Anıtı’nın modern izdüşümüne.
27 Mayıs
Paris’e yüksek bir yerden bakan Ressamlar Tepesi’ne çıkıyoruz. Sokak ressamları. Sacre Coure Katedrali’ni geziyoruz. Bir müddet içerde oturuyoruz. Ayin başlamak üzere. Biraz bunaldım. Dışarı çıkıyorum. Mine ile karşılaşıyoruz. Buraya geleceğimizi biliyordu, o da bizi arıyormuş. Erdem, Celal, İlke ve Gülçin de çıkıyor. Yüksekteyiz. Rüzgar, hafif olan her şeyi sürüklüyor. Yağmur başladı. Aşağıya inmeye başladık. Uzun merdivenler… İlke’nin ayakları ıslandı. Evlere dağılıyoruz.
28 Mayıs
Yağmur. Gök yarıldı yine. Dışarı çıkılacak gibi değil. Öğleden sonra biraz hafifliyor. Erdem’le çıkıyoruz biraz. Dolaşıyoruz. Pavilion, Paris I Üniversitesi, Notre Dame…
29 Mayıs.
Mine, Gülçin, Erdem St. Martin Kanal’ı boyunca dolaştık. Yol kenarında adını henüz öğrenemediğim, ama iri demir bilyeleri küçük bilyenin en yakınına atma esasına dayanan bir oyunu oynayan ihtiyarları seyrettik.
Resim:adını bilemediğim oyun ve oyuncular.






Akşama doğru, İpek de katıldı bize, hep birlikte fondue yemeye gittik. Bir çeşit eritilmiş peynir. Koca tencere dolusu. Lezzetliydi. Ancak Erdem de ben de aynı duyguyla, “kalmasın, yazık” diyerek bandık ekmekleri. Lezzet gitti…
Yemekten sonra okula gittik. Salonda bıraktığımız siyah zemini topladık. Eve götürdük. Zeynep ile vedalaştık.
30 Mayıs
Louvre müzesi.
31 Mayıs
Dönüş
[1] Retrospektif kelimesine MSword’ün önerisi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder