9 Şubat 2010 Salı

Seyyar Sahne Provada

Süreyya Bursa – 7 Şubat 2010

Erdem Şenocak, Celal Mordeniz ile birlikte Bilgi Sahnesi’nde reji ve genel sanat danışmanlığımızı yapıyor. Düzenli olarak yaptığımız Hagaragort toplantıları dışında da çalışmalarımıza ilişkin fikirlerini almak için Erdem ve Celal’le buluşuyoruz. İki grubun yoğun programının üstüne Seyyar Sahne’nin turneleri de eklenince Erdemle konuşmak için Seyyar Sahne çalışmasına gitmemiz gerekti.

Seyyar Sahne çalışmalarını, İTÜ Maçka Kampüsü işletme Fakültesi Tiyatro Salonu’nda yapıyor. Burası oyunlarını da sahneledikleri salon: Düz siyah bir zemin ve üç yanda izleyici koltukları. Çalışmak için ideal bir salon. Kıskanıyorum. Seyyar Sahne’nin tüm üyeleri salonda, biri hariç: Erdem! Erdem’in sadece Bilgi Sahnesi çalışmalarına geç geldiğini düşünürdüm. Bizi de Seyyar Sahne kadar ciddiye aldığını görünce rahatladım. Erdem beş dakika rötarlı geldi. Çalışmaya futbol oynayarak başladılar. Gülden ve Merve bizi de oyuna davet etti, ancak Erdem’den izin çıkmadı. Halbuki eşofmanlarım bile yanımdaydı. Ancak oynayamasak da Gülden ve Merve’nin daveti beni rahatlattı. İçe dönük bir çalışma ortamında olmadığımı anladım. Üçerli iki takım kurup maça başladılar. Seyyar Sahne çalışmalarına hep oyunla başlıyor. Celal bir keresinde “Oyundan daha iyi bir çalışma düşünemiyorum” demişti. Uzun süredir de en popüler oyunları futbolmuş. Ancak ikili mücadele yasak. Maç esnasında sık sık Erdem’in “Ayaklara vurmayın, dikkat” uyarılarını duyduk. Yine de Aslı ve Merve’nin sertliklerinden taviz vermediğini belirteyim. Maçtan aklımda kalan 4-1 yenilen takımdan Gülden’in golüydü. Oğuz, Baran ve benden aldığı uzun süreli alkışı fazlasıyla hak etmişti.

Maçtan neredeyse beş dakika kadar sonra hareket ve ses odaklı bir çalışma yaptılar. Erdem’in liderliğinde hareket etmeye başladılar. Çalışma Baran ve benim için fazlasıyla tanıdık: Erdem’in daha önce bizle de yaptığı “Lideri Takip Et” çalışması. Bu çalışmada lider ne yapıyorsa onu neredeyse liderle aynı anda yapmak gerekiyor. Burada bizmkinden farklı olarak sadece hareket değil ses de dahil çalışmaya. Neredeyse sürekli şarkı söylüyorlar. Genellikle ilahiler ve etnik şarkılar. Bu noktada, yani sesin de dahil olduğu yerde çalışma benim bildiğim “lideri takip et” çalışmasından farklılaşıyor. Hareket ağırlıklı lideri takip et çalışmasında dışarıdan bakan birinin liderin kim olduğunu anlayamamasını hedeflerdik. Ancak sesin de dahil olduğu şu anki çalışmada lideri ilk anda fark ediyoruz. Şarkıyı söyleyen herkes lidere hizmet ediyor. Amaçları lidere şarkıyı daha iyi söyletmek gibi duruyor. Yanılıyor muyum diye bir an düşünüyorum: “Diğerleri Erdem kadar güçlü söylemediği için böyle düşünüyor olmalıyım.” Ama bir dakika; lider değişti. Gülden aldı liderliği. Şimdi şarkıyı Gülden söylüyor. En az Erdem kadar güçlü girdi şarkıya. Kalanlar da ona hizmet etmenin yollarını arıyor. Yanılmışım. Bu çalışma “lideri takip et” değil “lidere yardım et” çalışması. Şarkıyı icra edenler arasındaki böyle bir bütünlük beni de çalışmanın içine çekiyor. Şansıma hep bildiğim şarkıları söylüyorlar. Bütün şarkılara eşlik ediyorum. Az önce Gülden’in golünü alkışlarken hissettiklerime benzer şeyler hissediyorum şarkılara eşlik ederken. Baran şarkıları bilmediğinden eşlik edemiyor. Onun adına üzüldüm. Diğer köşede oturan Oğuz da benim gibi tüm şarkılara eşlik ediyor.

Erdem çalışmayı bitiriyor. Kısa bir süre oturup çalışma üstüne konuşuyorlar. Bu sırada Nesrin yeni bir şarkı çalıştığını söylüyor ve bir anda şarkıya giriyor. Girdiği tonu beğenmiyor. Tekrar deniyor. Yine beğenmedi. Tekrar denedi, ve tekrar. Cesareti kırılmıyor. Her tekrar deneyişinde ilkindeki kararlılıkla giriyor, duraksamıyor. Bizim gibi detone olmanın ayıp olduğu bir çalışma ortamından gelenleri şaşırtacak bir olay. Nihayetinde bir tonu beğenip tüm şarkıyı söylüyor. Şarkının toplu söylenip söylenemeyeceğini tartışmaya başlıyorlar.

Seyyar Sahne’nin tüm oyuncularının bireysel yürüttüğü bir çalışması var. Hepsi de tiyatro dışı metinlere çalışıyor. Kendi metnini yazan da var. Salonun sağ köşesinde Merve, ortasında Nesrin ve Gülden, sol köşesinde Aslı çalışıyor. Bu tür bireysel çalışmaların mahremiyetine inanırım. Tirat çalışmalarının mahrem çalışmalar olduğunu sürekli söylerim. Birisi tirat çalışıyorsa ya oradan çıkardım, ya da ben de çalışmaya başlarım. Aksi durumda kendimi rahat hissedemem. Ancak şu an kimseyi rahatsız etmediğimi düşünüyorum. Dördü de ben ve Baran’ın burada olduğunu bilerek çalışıyor, bunu bir şekilde hissedebiliyorum. Çalışmalarının bir parçası değilim. Çalışmalarında benim de içinde hareket edebildiğim, Baran’la, Oğuz’la konuşabildiğim bir boşluk var. Bu boşlukta rahatça hareket ediyorum.

Dönüş yolunda izlediğim çalışmayı düşünüyordum. Birisi bu akşam ne yaptın diye sorsa: “Seyyar Sahne çalışmasını izledim” de diyebilirdim, “Seyyar Sahne’lilerle önce oyun oynadık. Sonra birlikte şarkı söyledik. Biraz sohbet ettik, dağıldık” da.

5 Şubat 2010 Cuma

BEDEN VE MEKAN ALGISI ÜZERİNE

Bu metin İTÜ Sahnesi ve Bilgi Sahnesi’nden bir grup oyuncunun bir araya gelerek oluşturduğu Meyerhold Atölyesi’ne dair notlar ve düşüncelerin derlenmesiyle, 19.11.2008 tarihinde yazılmıştır.


Tiyatroya psikanalitik bir işlevin atfedilmesi tesadüf olmamalı. Nitekim tiyatronun da, psikanalizin de teması ‘insan’. Mert’in bu kadar korkusuzca vücudunu salıvermesi –ya da ondan kurtulmak istemesi(?)- onun hayatında da bu derece risk almayı seven biri olduğunun göstergesi işte. Peki Noyan? İri gövdesini mükemmele yakın bir akışkanlıkla, şu an sabitlendiği noktanın dışına sürüklemeye çalışması, onun günlük yaşamında önüne çıkan her engeli ‘sınır tanımama’ eğilimiyle aşmaya çalıştığını anlatmıyor mu bana? İki yıldır birlikte çalıştığım arkadaşlarımı, daha kısa zamanda keşfedebilirmişim meğer. İşte buna gülerim…Tuba’nın ayrıntılara her daim önem veren biri olduğunu, sadece sol eline odaklanmış vaziyette, sırayla serçe ve yüzük parmağını birbirinden bağımsız kasıp gevşetmeye çalışması nasıl da ele veriyor. Parmaklarıyla uğraşan biri daha... Doğu, bunu vücut çalışmasında hangi içgüdüyle yaptığının bilincinde değil gibi. Fakat, o uzun parmaklarını bir virtüöz edasıyla hareket ettirirmesinin altında, piyanist olma arzusunun kıpraştığı aşikar. Şu an kendi çalışmama konsantre olamıyorum, zira bu sefer de ilk kez birlikte çalışma fırsatı yakaladığım diğer grubun elemanlarını tanıma hevesi cezbediyor beni. Onlardan birine yöneldiğimde, benim gibi konsantrasyonu alt seviyelerde olanıyla göz göze geliyorum. Onun da gözlerinde merak var. Aynı kutupların birbirine tahammül edememe durumu devreye giriyor ve bu anlık bakışmadan sonra Süreyya benden gözlerini kaçırıyor. Bense gülümsememe engel olamıyor ve onu gözlemlemeye devam ediyorum. Dikkatimi ilk çeken şey, denge merkezli hareketlerden oluşan bir seri. Bir süre sonra bu serinin dinamik olduğunu keşfediyorum; gözlediği insanların dinamik fizikselliği onu da etkisi altına alıyor. Onunla tanışıklığım diğerlerine nazaran daha az olduğu için hakkında yorum yapmam biraz güç; yine de çevresinde gördüğü ve takdir ettiği kişilerden kolay etkileniyor olabileceğini söyleyebilirim sanırım. Bunun dışında kafasına koyduğu şeyi, elinden geldiğince gerçekleştirmeye yatkın oluşu göze çarpan bir diğer kayda değer husus.


Artık kendime konsantre olmalıyım. Sınırlarıma... Şimdi, ayaklarım sabit bir noktada dururken, daha çok üst bedenimi kullanarak etrafımda bir küre çizmeye çalışıyorum. Kürenin çeperlerini yalamaya çabalıyorum her uzvumla. Gerçekten, çalıştığım insanları da gözden kaçırmadan –ve hatta onların kürelerine de dahil olmaya çalışarak- dengemi korumaya çalışmak bir hayli zor. Bir dakika... Çizdiğim kürenin aslında bir yarım küre olduğunu keşfettim şu an. Nedeni de vücudumun belden aşağısını, ayaklarımı sabitleme ve hareket ettirememe kısıtımdan ötürü üst bedenime katamamam. Bu kısıtı dizlerime ve kalçama da uygulamıştım ister istemez ve de o bölgeyi bu kısıttan muaf tutma hali gerçekte zorlayıcı olduğundan kolaya kaçmıştım besbelli. Vücudumun o bölümünü düşünmemiştim bile. Şimdi dizlerimi ve baldırlarımı da katmaya çalışıyorum küremin çeperlerini belirginleştirmek ve onun içini doldurmak için. Sanırım tam bir küre şekline ulaşmak imkansız, zira alt bedenimi üste göre daha az hareket ettirebiliyorum. Oluşan şekil ters bir armuta benziyor, bu durumda bu ters armutun çekirdeği konumundayım ben.


Evet, çalışırken etrafımızı gözetmemiz gerekiyordu, çalışmanın başında bize bu söylenmişti. Ama görüyorumki bireylerle bir şekilde iletişim çabasına girmeyi, mekandan soyutlanarak başarmıştım. Neredeydim? Tam olarak nerede duruyordum? Duvara ne kadar uzaklıktaydım? Acaba bulunduğum mekanın duvarları benim küremin çeperlerini şekillendirmemde ne derece rol oynadı? Bütün bu sorular çalışma arası verdiğimizde zihnimde şimşek gibi çakmaya başladı. Fakat yalnız değildim. Mekan algısının çalışmamızdaki yeri hepimizin kafasını kurcalamış olacakki, bir sonraki çalışmanın; mekanla etkileşim parametresi, gösterimimizin ön koşulu olacak şekilde bireysel performanslardan oluşması konusunda fikir birliğine vardık.


Mekan olarak seçtiğimiz okul, akşam saatleri olması itibariyle tamamen boş. Her birimiz okulun herhangi bir bölümünü kendimize mekan olarak seçiyoruz. Kimi merdiven altlarını, kimi uzun koridorları, kimi de kendine sadece ‘boş’ bir alan seçti. Ben, birkaç koridoru buluşturan; belli bir bölümü, ikinci katta olması itibariyle olası kazaları engellemesi için düşünülmüş demir trabzanlarla çevrili, kenarda bir saksı ve çöp kovasının, bir kısmında da hafif bir eğimin bulunduğu bir alan seçtim kendime. Öncelikle burayı iyice incelemem gerekiyor sanırım. Her ne kadar bu okulun öğrencisi olmasam da, az çok hayal etmeye çalışıyorum bu koridorların gündüzki halini. O hengameye dahil olsaydım muhtemelen neyi göremezdim? Bu saksının tam da burada durduğunun farkında olamazdım mesela; en fazla, benim için aceleyle koştururken, yolumun ortasında olsa bir engel teşkil edeceği için kenarda konumlanmış olması sevinmeme neden olurdu. Neredeyse dile gelecek güzellikteki yapraklarını ancak şu an keşfedebilirim. Şimdi yönelimim ona doğru… Gerçekten de ondan bir parça olmak istiyorum ve ilk denememde hiç de zorlanmıyorum. O kadar iyi huylu ki, beni hemen içine buyur ediyor, her denememde kollarımı daha derinlere sokabiliyorum, benim her atılımımı büyük bir içtenlikle karşılamakla birlikte artık daha fazlamı da istiyor. Bacaklarım dallarından bir parça, başım bu dalların beslediği, yapraklarınsa süslediği bir meyveye dönüştü. Bu kısa trans halinden sıyrıldığımda, bir hayli toz yuttuğumu farkediyorum, fakat misafirperverliğine cevaben kabalık yapmamak adına kendimi ‘yavaş yavaş’ geri çekiyorum. Bedenimi yeniden ‘tek başına’ hissetmeye henüz başladığım sırada, bu eşşsiz güzellikteki canlının bütün enerjisini içine çekebileceğini düşündüğüm çöp kovasıyla göz göze geliyoruz. Onun hemen yanı başında duruyor. Onda da bir davet olduğunu kesinlikle söyleyebilirim, fakat bu çok masumane bir davet değil. O, birlikte olmak için çağırmıyor beni; ruhumu emecek, bedenimi katılaştıracak bir dipsiz kuyu edası var onda. Her ne kadar kendimi ondan uzaklaştırma çabasındaysam da, beni kendine çekmeyi beceriyor. Bu durum bedenimi ileri-geri gidip gelen, periyodik bir hareket silsilesine zorluyor. Bir gayretle, onun da elinden kurtuluyorum. Biraz daha uzaklaşmamda fayda var. Geri geri giderken, mekanda bulunan ufak rampaya takılıyor ayağım. Bu defa ilk hamleyi ben yapıyorum ve bir adım atıyorum ona. Oralı değil. Bir adım daha atıyorum. Benim orada olduğumun farkında bile değil. Bu ağırbaşlı tavrı cezbediyor beni. Hafif gücenmiş bir vaziyette vücudumu onun kollarına bırakıyorum. Bir süre, hiç yorulmadan yuvarlanıp tekrar en tepesine çıkıyorum, tekrar ve tekrar. Hiçbir enerji sarfettirmeden, hatta minimum kas gerginliğinde kalmamı sağlayarak, beni hareket ettirebiliyor. Başım dönmeye başladı. Enerjimi toplayıp yeniden ayakta olmalıyım. Ya da dur..Neden ayağa kalkmak zorundayım ki? Şu an için bu, yapmak istediğim en son şey. Az önce tattığım sarhoşluğu, onun tadını çıkararak atmak istiyorum üzerimden; bir anda hiç olmamış gibi, bedenimden onu unutmasını isteyerek değil. Kaslarımın gergin hallerini almaları uzun sürmüyor, ağır ağır hareket ediyorum fakat müthiş bir enerji taşkınlığı hüküm sürmekte bedenimde. Hareket çalışmamın başlangıcından şu ana kadarki yaptıklarımı kesintisiz olarak tekrar ediyorum, artık bir seri oluşturdum sanırım. Serimin temposunu yavaşlattığım sırada demir trabzanlarla göz göze geliyorum. Durdum. Şimdiye kadar temas ettiğim her nesnenin, bir şekilde bulunduğum mekanın fiziksel sınırları olduğunu farkettim; saksı, çöp kovası, eğik düzlem vs. mekanı sınırlayan -çevreleyen- unsurlardı. Ama şimdi o sınırlardan biri olan bu trabzana yönelmiyorum. Az önceki hareket serimi de düşündüğümde, bu sınırı es geçmiş ve onun yerine, trabzana yaklaşık yarım metre uzaklıktaki bir ‘silindir’in varlığını kabullenmiş olduğumu anladım. Silindir boylu boyunca uzanıyordu ve serim boyunca onun uzunluğu kadarki mesafeyi katederken, göğsümle üzerindeki kavisi yalamıştım. Mekanla etkileşimin bu olup olamdığından çok emin değilim. Benim bir nevi şuursuzluk haliyle yaptığım çalışma, tamamen hissiyat düzeyinde kalmıştı. Yani neredeyse uyguladığım hiçbir fiziksellik, bir bilinç düzeyi gerektirmemişti. Ne olursa olsun, bu çalışmanın bana haz verdiğini itiraf etmeliyim.


Mekanın vücut çalışmamızdaki yerini keşfe yönelik arayışımızda, daha önce çalıştığımız mekandan farklı bir yerde başlamanın çekiciliği vardı kuşkusuz. Kırmızı zemin, karanlık merdiven altları, cam duvarlı küçük sınıflar... Kendi fakültemi gözlerimin önüne getiriyorum da, mümkün müdür acaba aynı duygu yoğunluğunun orada da gözümü karartması? Bu içimi kıpır kıpır eden kırmızının yerini donuk grinin; cam duvarların samimiyetinin yerini çimento ve tuğlanın çıkar ilişkisine dayalı dostluklarının bir yansıması olan 'kalın ve soğuk' beton yığınlarının aldığı; çoğu bölmesi, dört duvar arasında, kendine 'her türlü dış etmenden izole olma' kısıtı koyan bilim insanlarıyla dolu bir okul canlandı zihnimde. İnsan kalabalığında sınırlarını -duvarları,pencereleri vb.- tanıyamadığımız okul koridorları, boş oldukları zaman kendilerini gösterebilirler mi acaba? İnsanlar yokken, bu defa bu boşluk, bende bir 'sınırsızlık' imgelemi uyandırır mı? Gündüzleri bile geçmeye korktuğum o ıssız, envai çeşit kokunun birbirine karıştığı kasvetli koridorlara, gece girebilir miydim? 'Boşluk', kabuslarımdaki yalnızlık hissimi hatırlatıp, "Nasıl olsa bir düş, keyfine bak!..." dedirtir mi bana ve ardından bir de düşlerimde tattığım o bilinçsizlik hali beni yine esir alır mı?


Bedenin, insan ilişkileri alanına nasıl müdahil olabileceğini ve aslında mekanın da bunda söz sahibi olmaya can attığına şahit oldum çalışmalar zarfında. Tekrar kendi grubumla kendi mekanımıza geri döndüğümde ise, 'mekanı bedenle keşfetme' çalışmasına daha fazla devam edemedim, artık bunu yaparken önceki hazzı alamıyordum. Farklı mekanların gerçekten farklı algılar yarattığına; aşina olduğum mekana dönünce de bu algıyı tekrar yaratmak için çaba sarfetmek ve farklı açılımlar yakalamak için çalışmayı sürdürme sabırlılığının gerektiğine şahit olmuştum. Tiyatroya bambaşka bir perspektiften bakmama vesile olan bu atölye çalışmasını kısa kessem de, bundan sonra hem gündelik hayattaki gözlemlerimde hem de tiyatroda ürettiklerimde bir beden dili vurgusu olacağına dair şüphem yok.

Ilgaz Ulusoy