27 Aralık 2009 Pazar

"Ben,Pierre Riviere.." Diyarbakır Turnesi Kasım 2006

Kerem EKSEN

17 Kasım Cuma

Kalkışa beş dakika kala uçaktayız! İstanbul büyük şehir. Haliç yolu kapalı. Raylı sistemleri uç uca ekleyerek iki buçuk saatte geliyoruz havaalanına. Ama neyse ki yetişiyoruz.

Erdem, Celal, Mahmut ve ben... Gürültülü uçak yolculuğunu ayrı düştüğümüz koltuklarda tamamlayarak aksam dokuza doğru Diyarbakır’a konuveriyoruz.

DSM’nin gönderdiği “Mahmut Nizam Özlütaş” tabelası tutan bir taksici karşılıyor bizi. Neden özellikle Mahmut’un ismini seçtiğini bilmiyoruz. Ben Mahmut’un tam adının Bayındırlık ve İskân Bakanı’na yaraşır ihtişamda olmasının etkili olduğunu düşünüyorum. Gerçi Erdem’in tam adı da “Ahmet Erdem Şenocak”mış. Ama bu isimden olsa olsa İl Milli Eğitim Müdürü olur diyorum ben.

Taksicinin yanı sıra bize bir anlamda Diyarbakır yollarını açan, geçen sezon burada bir amatör ekiple bizim Dünyanın En Güzel Hikâyesi’ni oynayan Serkan ve arkadaşı Atilla karşılıyor bizi. Arabalara bölünüp otele gidiyoruz.

Büyük Otel güzel. Sessiz ve tadilatsız. Soluğu hemen yakındaki ciğercide alıyoruz. Sonra da Sanat Sokağı’ndaki Frida Café’de. Celal’in “sütsüz menengiç kahvesi” talebi küçük bir infiale yol açıyor, ama Celal garsonları ikna etmeyi başarıyor.

Havadan sudan sohbetler... Diyarbakır, Diyarbakır’da tiyatro, genelde tiyatro, devlet tiyatrosu, belediye tiyatrosu, üniversite tiyatrosu... Çıkarılmak istenen oyunlar, çıkarılamayan oyunlar, oynanan oyunlar, dönen dolaplar, kırık kanatlar, hepsi burada da ziyadesiyle mevcut. Yapılan değerlendirmeler Diyarbakır’a özgü siyasi atmosferin tiyatro ortamına etkisi konusunda fazla bir ipucu vermiyor. Sorunlar, meleketin herhangi bir yerindeki tiyatronun sorunları gibi sanki.

Yarın ilk oyun üçte Diyarbakır surlarına mündemiç nadide bir mekân olan Keçiburcu’nda. Gündüz oyunu olması boşuna değil, zira akşamları muhit pek tekinsiz oluyormuş.


18 Kasım Cumartesi

Dokuzda kalkış... Kahvaltı sırasında Serkan da bize katılıyor. İnsanı zaman zaman çaresiz bırakacak kadar düşünceli ve misafirperverce davranıyor bize. Misal, birisi eskaza “ben de yanımda diş macunu getirmemişim” dediğinde Serkan hemen ayağa fırlayıveriyor:

- Nereye Serkan?

- Diş macunu almaya.

- Boşver otur Serkan.

- Yok gideyim alayım.

- Gerek yok Serkan.

- İnecektim ben zaten.

- Otur allasen.

- Yok bana da lazım.

- Uydurma Serkan, otur.

Çıkıp önce otelin yakınındaki DSM’nin salonuna bir göz atıyoruz. Işıklara ufak bir takviye gerekiyor, Belediye Tiyatrosu’ndan arkadaşımız Yavuz’u arıyoruz. Sağolsunlar, bir spot verecekler bize. Fazla oyalanmadan 15’teki oyunun oynanacağı yere, Keçi Burcu’na gidiyoruz.

Mekân dillere destan. Yüksek tavan, bol sütun, loş ışık... İçeride Hafriyat ekibinin sergisi sürüyor. Birkaç işi mecburen kenara alıyoruz. Erdem en dipte, yuvarlak bir holde oynayacak. Işık biraz loş, hava biraz soğuk ama idare edecek gibi. Seyiciler için tabure getirilmesini rica ediyoruz DSM’den.

Oyundan kırk beş dakika önce salonu ziyaretçiye kapatma izni aldık. Aslında bu bizim için oldukça kısa bir süre. Ancak hem oyunda sahneye yönelik bir hazırlık gerekmediği için, hem de mekân bizi buna zorladığı için böyle olacak. Erdem’in işi zor. İstanbul’daki oyunlarda saatler önce salona geliyor ve en azından bir saat boyunca gösteriye yönelik hazırlık yapıyor, atlayıp zıplıyor, bağırıp çağırıyor. Şimdi bunlar biraz zor. Ayrıca zemin de soğuk, ayakları üşüyecek çocuğun.

Saat ikiye kadar boşuz. Serkan bize Diyarbakır’ı gezdiriyor biraz. Keçiburcu’ndan (yani Mardin Kapı’dan) başlayıp Balıkçılar boyunca yürüyoruz. Ulu Cami’ye kadar. Dört ayaklı minareyi ve yakınındaki Keldani Kilisesi’ni görüyoruz.

Ulu Cami’de senkronize konuşan çifte rehber kızlar, Cahit Sıtkı’nın evinden bahsedip Yaş 35 şiirini son mısrasına kadar okuyorlar. Ve ısrarcı selpakçılar. Cahit Sıtkı’nın evinde sessiz sakin bir kız –belli ki asıl amacı bir şeyler anlatıp bahşiş almak- peşimize takılıyor, geçtiğimiz pasaj boyunca bizimle geliyor. Sonra, bakıyor ki bize anlatabileceği bir şey yok, cebinden ürkek ürkek bir paket selpak çıkarıyor. “Biz çok aldık ama Ulu Cami’de” diyoruz, sessice uzaklaşıp gidiyor.

Saat ikide burçtayız. Salonu elimizden geldiğince hazırlayacağız. Salonun bekçisi Ramazan abi de bize yardım ediyor. Ve tabii bir de Serkan.

Oyun saatinde başlıyor. Fazla seyirci yok. Sergiyi ya da burcu gezmeye gelip içeri girenler var. Birkaç da tiyatro meraklısı. Ancak mekân soğuk. Tabureler de gösteri saatine yetişmediği için seyirci ayakta. Oyun –ben izlemiyorum, kapıda bekçiyim- pek konsantre geçmiyor. Erdem idare etmiş ama seyircinin aklı başka yerlerde, muhtemelen sıcak evlerindeymiş.

Ben kapının dolaylarında ilginç anekdotlara şahit oluyorum. Oyunun bitmesine yirmi dakika kala kapıya yönelen bir amca, elektrik sobasının önünde ısınan Ramazan abiyi görüyor ve “Sen burada sobayı kapmışsın, biz orada deli dinliyoz” diyor. Kabul etmek gerekir ki olan bitenin son derece canlı ve özünde doğru tarifi bu.

Arada bir dışarı çıkıp bakıyorum. Uzaklardan, dün başlamış ve muhtemelen yarın bitecek olan bir düğünün tekdüze elektrosaz tıngırtısı geliyor. Şehrin bu kısmının –ve dolayısıyla bizim oyunun- devamlı fonunu bu ses oluşturuyor. Hava çok güzel. Ziyaretçiler burca geliyorlar, içeride ne olduğunu merak edenlere açıklama yapıyoruz. Bir ara Azad adında bir çocukla sohbet ediyoruz. Okula gitmemiş ve gitmeyecek. “Arabaların önünde yatıyoruz” diyip duruyor, anlayamıyorum. Oradaki mahallede yaşıyormuş.

Bir ara Ramazan abi salon boyunca volta atmaya başlıyor. Özellikle Erdem’in oynadığı hole doğru yaklaştıkça, volta oyuna karışmaya başlıyor, zira Ramazan abinin ayakkabıları fena halde kösele. Bir noktada dayanamayıp “Ramazan abi amma çok tıkırdıyor senin bu ayakkabılar” diyorum, mağrur bir edayla “sorma ben de farkındayım” diyor. E yürüme be abicim o zaman.

Velhasıl oyun, ayakkabı tıkırtıları ve elektrosaz tıngırtıları eşliğinde son buluyor. Celal’in dediğine göre pek iyi olmamış, seyirci oyunun havasına pek girememiş. Yarın başka önlemler almamız ve seyirciyi bir yerlere oturtmamız gerek.

Oyun bitince Erdem’i DSM’nin gönderdiği taksiye bindirip otele gönderiyoruz, biz yürüyerek DSM’nin yolunu tutuyoruz. Hava hemencecik kararıyor. Sokaklar bir hayli canlı.

DSM’de hazırlıklar biraz ucu ucuna yetişiyor. Sorun Belediye’den gelen spot... Yaktıktan kısa bir süre sonra spotun ampulü son nefesini veriyor. Yeni ampul gelip de salon hazır olana kadar oyun saati geliyor. Erdem gene son dakikalarda hazırlanıp çıkıyor.

Kırk-elli civarı seyirci var salonda. Anlaşılan Edebiyat Günleri kentin kültür gündemini belirlemiş durumda; DSM’nin etkinlikleri biraz geri planda kalıyor. Ben gene dışarıda nöbetçi olduğum için oyunu izleyemiyorum. Ama iyi geçmiş. Dağıttığımız izleyici formlarından bize dönenler gayet olumlu yorumlar içeriyor.

Oyun sonrası Serkan, Nursin, Yavuz ve DSM sorumlusu Özlem’le yemek yiyoruz. Sonrasında Serkanların ısrarlı davetlerini geri çevirmek zorunda kalıp otele dönüyoruz. Çocuğun yarın iki oyunu var, kolay değil.


19 Kasım Pazar

Bu kez saat 10:00 civarı uyanıyoruz. On bir gibi çıkıp geze geze burca gidiyoruz. Erdem bize daha sonra katılmak üzere otelde kalıyor, zira hafif üşütme belirtileri var.

Balıkçılar mahallesinde dolaşıyor, biraz sağa sola sapıyor, ara sokaklara dalıyoruz. Çocuklar her yerde –adet olduğu üzere- hello nidalarıyla karşılıyorlar bizi. Tabii fotoğraflarını çekmeden bırakmıyorlar.

Serkan’la laf lafı açıyor; konu Diyarbakır’daki hayata geliyor. “Taraf olmayı sevmiyorum” diyor. Sonra grup sancılarını anlatıyor bize. Kulisler, kişisel karizma patlamaları ve çöküşleri, kelekler, şımarıklıklar, kaprisler... Kişisel tatminlerin ve taleplerin yönlendirdiği, tesadüflere ve kişisel etkenlere son derece açık, kırılgan gruplaşma ve sağlam dağılma öyküleri. Üniversite tiyatrosunun bir anlamda sıradanlaşmış sancıları. Biraz kendi tiyatro deneyimimizden, bildiklerimizden bahsedip kafasını karıştırmaya gayret ediyoruz.

Aslında Serkan’ın tiyatro yaşamı zaten fiilen son bulmuş vaziyette. Zira planı Nusaybin’de bir inşaat-müteahhitlik ofisi açıp Irak Kürdistanı’yla iş yapmak. Gene de tiyatrodan kopamıyor ya da kopmamaya çalışıyor, Grotowski filan okumayı sürdürüyor.

Keçi burcundaki oyun bu kez daha iyi. Kapıyı kapatıyoruz, pencerelere karton koyuyoruz ve seyirciyi DSM’nin bir çay bahçesinden getirdiği taburelere oturtuyoruz. Böylece oyunun atmosferi istenen yoğunluğa kavuşuyor. Seyirci oyun ve alkış faslı bittikten sonra uzunca bir süre sessizce oturuyor. Hayra alamet olsa gerek.

Gerek dünkü oyundan erken çıkan çocukların söylediklerinden, gerekse kimi başka yorumlardan anladığım kadarıyla, Pierre Rivière oyunu burçta iyiden iyiye ürkütücü bir atmosfer yaratıyor. Dün konuştuğum çocuklar, neden erken çıktıklarını sorduğumda “korktuk abi o yüzden” dediler. İlahi...

Bugünkü oyunda Ramazan abi de ilerleme kaydediyor. Volta atacağı zaman ayakkabıları çıkarıyor, soğuğa rağmen çoraplarla dolanıyor salonda.

Oyun bittikten sonra Erdem’i önden gönderip, biraz dolaşıp çay çorba içiyoruz ve 18:00’deki oyun için DSM’ye gidiyoruz. Gene kırk civarı seyirci var. Birkaç kişi de oyun başladıktan hemen sonra geliyor, rica minnet içeri girmek istiyorlar. Güç bela –ve muhtemelen Erdem’in dikkatini biraz dağıtarak- içeri alıyoruz onları da. İyi geçiyor oyun.

Sonrasında DSM’nin yöneticisi Melike hanımla karşılıklı iyi temennilerimizi ileterek DSM’den ayrılıyoruz.

Yemek Tabier adlı şahane lahmacuncuda. Sonrasında Serkan, Özlem ve Yavuz’la Nursinlere gidiyoruz. Sohbet-muhabbet. Fazla uzatmıyoruz ama, yarın erkenden yola çıkacağız.


20 Kasım Pazartesi

Sabah erkenden kalkıp Serkan önderliğinde Mardin’in yolunu tutuyoruz. Orayı biraz gezip akşam 17:30 oyunu için Nusaybin’e geçeceğiz.

Mardin’i beklediğimiz gibi çok seviyoruz. Önce ıssız sokakları geziyoruz biraz. Yıllar öncesinden kalma leblebici bizi mest ediyor. Her lafımıza “he gurban” diye cevap veren huzur timsali bir amca.

Kırklar Kilisesi’ni gezip Süryaniler hakkında kıymetli malumat aldıktan sonra bir süre çarşıda dolaşıyoruz. Rıdo Usta’da muazzam bir kebap yiyip minibüsle Nusaybin’in yolunu tutuyoruz.

Yol çok güzel. Saat dört bile olmadı ama güneş batıyor. O muazzam Mardin Ovası’nın üzerinde ilerliyor ve İpek Yolu’na çıkıyoruz. Hedeflediğimizden daha geç varıyoruz Nusaybin’e. Ancak Erdem artık alıştı, neredeyse on dakika evvel bir mekâna götürüp “oyna bakim” desek bozmadan oynayacak. Hazırlıkları hemencecik bitiriyoruz. Seyirciler de birer ikişer geliyor.

Ancak birer ikişer derken salon doluyor. Buraya kimsecikler turne yapmadığı için, tiyatro gösterisi daha çok izleyicinin ilgisini çekiyor.

Oyuna on beş dakika kala elektrikler kesiliyor. Lüks lambalarını deniyoruz, sonuç iyi. Bunun üzerine şalterleri indirip oyunun tamamını lambaların ışığında sergilemeye karar veriyoruz.

Şu anda oyun devam ediyor. Ben de salonun arkalarında bir yerde, yakındaki bir mumun ışığında yazıyorum bunları. Seyirci ilgili görünüyor. Ses yok. Erdem oyunun başında uzun sessizliğin ardından yüksek sesle nefes aldığında “ayyy” diyiverdi bir kız. Galiba lambanın loş ışığı oyunun atmosferini daha bir yoğunlaştırdı. İyi gidiyor. Bir de arka sıralarda oturanlar görebilse...

Oyun bitti. Seyirci sayısı 78. Fena geçmedi sanki. Şimdi kafe sahipleriyle birer çay içip yola düşeceğiz.

Serkan bize bir son dakika golü atıyor ve oyunun hemen akabinde, kaşla göz arasında almış olduğu beş kilo kaçak çayı bize takdim ediyor. Seyahat boyunca süren ikram savaşı Serkan’ın galibiyetiyle sonuçlanıyor.

Acele acele dönüyoruz Diyarbakır’a. Mardin gerçekten de söylendiği gibi “gece gerdanlık”. Ovadan görünüm çok güzel.

Ve koşa koşa yetişiyoruz uçağa. Bu turnenin kaderi de buymuş: koşa koşa geldik, koşa gidiyoruz.

11 Aralık 2009 Cuma

Polonya, Wroclaw Günlüğü - Celal Mordeniz

17 Ekim 2009

Polonya’daki festival (Zero Budget Festival) için Dışişleri Bakanlığı bize üç kişilik uçak bileti verecekmiş. 28 Ekimde gidip 15 Kasım’da döneceğiz. İlke, eğer burs bulunursa Gılgamış’ı tek başına hazırlamak istediğini söyledi. Erdem de Workcenter'ın yönlendirdiği, Avusturya’da tiyatro sahibi bir kadına sormuş. O da İlke’nin uçak masrafını karşılamayı kabul etmiş.


18 Ekim

Gılgamış çalışmasında ilgimi, Gılgamış ve Enkidu’nun hikayesi kadar bu hikayeyi binlerce yıl insanlara anlatan hikayeciler de çekiyor.

29 Ekim

Erdem ve İlke’yle Varşova uçağındayız. Oradan aktarmayla Wroclaw’a uçacağız. Grotowski Enstitüsü’nde Tehlikeli Oyunlar ve Gılgamış’ı göstereceğiz. Oğuz, 5 kasım akşamı gelecek Polonya'ya. 5'inde Gılgamış, 6'sında da Tehlikeli Oyunlar olacak. Programda değil ama, ufak bir ihtimal, belki “Ben, Pierre Riviere...”i de göstereceğiz.

Enstitüde bir hafta önce açılan Reading Room’da Grotowski ile ilgili, başka yerde bulunması mümkün olmayan bazı videolar izleyebilecek olmamız heyecan verici.

-

Gılgamış’ı bir nebze çözdük sanırım. En azından takip edilebilir bir öykü kurabildik. İlke’ye anlatıcı metinlerini biraz hızlı söyletince çok rahatladı; dinleyen için de rahatlatıcı oldu bu hız. Hikaye, olması gerektiği gibi hafifledi. Ama henüz bir akış gerçekleştirebilmiş değiliz. İlke’yle burada bir hafta boyunca çalışmaya devam edeceğiz.

30 Ekim Cuma

Dün gece Wroclaw’a vardık. İlk durağımız Avantgarde Hostel oldu. Oldukça sevimli ve temiz bir yer. Adeta bir üniversite yurdu. Sabah, Erdem, Grotowski Enstitüsü’ne gidip oradaki kalınacak yerlere baktı. Enstitü’nün en üst katında iki oda gelenler için tahsis edilmiş. Büyük olanda yedi küçüğünde üç tane yer yatağı varmış. Hemen küçük olan odaya yerleştik. Festival boyunca burada kalabilirsek çok şahane olacak. Enstitü, Tiyatro Laboratuarı’nın 65-84 arasında kullandığı binada kurulmuş. Dolayısıyla binaya girer girmez, daha merdivenlerden yukarı çıkarken bizi bir heyecan sardı.

Saat dörtte bir oyun izlemek için Enstitü’nün salonuna gittik. Salonun adı Apocalypsis Space. Grotowski’nin yönettiği son tiyatro gösterisi Apocalypsis Cum Figuris oyunu bu salonda çalışılıp oynanmış uzun yıllar.

Sabah Hostel’den ayrılıp Enstitü’ye yerleştikten sonra şehri gezdik biraz. Bir-iki saat yürüdük. İstanbul’dan oldukça soğuk havasını çok sevdim. Şehri sarmalayan, yer yer adacıklar oluşturan nehrinde ördekler yüzüyor. Birçok sokak ve cadde sadece yaya trafiğine açık. Oldukça düzenli ve kesintisiz bir yaya trafiği göze çarpıyor. İnsanlar caddelerde, sabahın erken saatlerinden gece geç vakitlere kadar sohbet edip dolaşıyorlar.

2. Dünya savaşında kentin nerdeyse tamamı yıkıldığından, yeniden inşa edilmiş. Aynı şeyi Varşova’da yaptıklarını duymuştum. Savaştan sonra tamamen yerle bir olan eski şehri fotoğraflara bakarak yeniden inşa etmişler. Wroclaw’da ise yenileme yapılırken, hakim Alman mimarisini silmişler. Meğer tipik bir Alman şehriymiş savaştan önce Wroclaw.

-

Saat dörtte izlediğimiz oyun Polonya’nın kuzey sınırında bir kasaba olan Tereminski’den gelmiş. Oyun, Tereminski’de yaşanmış hikayelerden ve yerel şarkılardan oluşturulmuş. Oyundan sonra küçük bir söyleşi oldu. Kendilerini tanıttılar, soruları yanıtladılar. Kasabada, resmi olmayan bir üniversitenin bünyesinde çalışan bir grupmuş. Çok etkileyici bir amatör tiyatro örneğiydi. Tiyatroları için ahşap bir kulübe inşa etmişler. O kulübede tüm kasaba ahalisinin toplandığı tiyatro gösterileri yapıyorlarmış.

Thomas Richards da grupla nasıl tanıştığını anlattı. Workcenter ekibinden Philip ve Benoit ile Polonya’yı dolaşıp bu festivale davet edecekleri grup aramışlar. Tereminski’de bu oyunu izlerken tüm kasabanın orada olup oyunu büyük bir dikkatle izlemesinden ne kadar etkilendiğinden bahsetti. Hatta bazen yaşlı teyzeler, amcalar oyuna müdahele ediyorlarmış "o öyle olmadı" diye.

Akşam sekizde bir video sunumuna gittik. Belçikalı bir tiyatro yönetmeni, Haiti’de 2005’te diktatör Aristide’nin ülkeden kaçmasıyla doruğa ulaşan şiddet dalgası sırasında yaptırdığı maceralı tiyatro çalışmalarını aktardı önce. Ardından bu dönemde tiyatro yapma mücadelesi veren Haitili birçok tiyatro insanıyla yapılmış röportajlardan oluşan bir belgesel video izletti. Belgeseli kendi çekmemiş, sadece belgeseldeki tiyatrocuların bir kısmını tanıyor, bazılarıyla da çalışmış. Ara ara filmi durdurup kısa açıklamalar yaptı bu kişilerle ilgili. Ardından Belçika’da yönettiği bir oyundan bir bölüm gösterdi. Oyununu izletene kadar adam bana kolonyalist zihniyetli bir Avrupalı olarak görünmüştü. Oyunu fikrimi değiştirdi. Gine’den Belçika’ya gitmeye çalışan iki küçük çocuğun hikayesini oyunlaştırmış. Belçika’ya uçan bir uçağın kargo bölümüne gizlice binmişler. Belçika’da donmuş bedenleri bulunduğunda, üstlerinde sadece karneleri ve bir de mektup varmış. Mektupta kendilerini Belçika’ya kabul etmelerini rica ediyorlarmış.

31 Ekim

Bugün saat dörtte, yemek yediğimiz Rura Cafe’de, bir festival toplantısı yapılacak. Akşam yedide de Apocalypsis Salonunda bir performans var. 4’teki toplantıya gitmeyip salon boş olursa salonda çalışmayı planlıyoruz.

Erdem bizi dün küçük bir kafeye götürdü: Chocoffee. Sıcak çikolataya chili acı biber ekip içiyoruz iki gündür. Müptelalık yaratan bir karışım acı biber ve sıcak çikolata.

-

Apocalypsis salonunda İlke’yle çalışıyoruz. Son bölümün metnini düzenliyoruz.

-

Sabah Enstitü binasının bodrum katındaki mutfakta kahvaltı ederken bu binada çalışan Enstitü müdürünün yönetmenliğini yaptığı Theater Zar’ın broşürünü buldum. 1999’dan itibaren yılda bir-iki ay olmak üzere neredeyse her yıl Gürcistan’a gidip polifonik şarkı söyleme tekniği üzerine çalışmışlar. İran’a da 2 kere gitmişler, bir kez de Ermenistan’a. “Zar”, kafkas halklarının birinin dilinde cenaze şarkısı anlamına geliyormuş. Broşürde tanıtımı yapılan üç oyun vardı. Sanırım on yılda üç gösteri hazırlamışlar. Yazılanlardan anladığım kadarıyla müziğin ruhundan tiyatroya ulaşmaya çalışıyorlar. Antik Yunan tiyatrosu gibi...

1 Kasım

Bugün Polonyalıların ölüler günüymüş. Herkes mezarlıklara gidip ölülerini anıyor. Tüm dükkanlar kapalı.

Biz Enstitü’deyiz. Tüm gün salonda çalışacağız. Önce, Pierre’e baktık Erdem’le. Başında ve sonunda bazı değişiklikler yaptım. Oynanmaya hazır.

Dün iki gösteri izledik. Bir de festival forumuna katıldık.

Forum Rura Bar’ın alt katındaydı. Festival'deki oyunlar, etkinlikler üstüne konuşuldu. Toplantının yürütücüleri Thomas ve Mario’ydu.

Gece 11’de İmpart adlı salonun barında Mario Biagini yönetimindeki Open Program’ın bir gösterisi (konseri) vardı: “Electric Party Songs”. Allen Ginsberg’in şiirlerini besteleyerek hazırladıkları “I am America” gösterisinde kullanmadıkları şiirleri ve besteleri bu şekilde sosyal ortamlarda- barlarda, özel evlerin salonlarında vb. yerlerde- sergilemek üzere bir araya getirmişler. Arjantinli oyuncu Alejandro’nun şarkısı sırasında dinleyen-izleyen herkes onunla birlikte bir trans yaşadı. Müthiş bir uyum ve denge oluştu tüm oyuncular ve seyirciler arasında.

Erdem geçen sene Wroclaw’da Workcenter’ın düzenlediği iki haftalık bir workshop’a katıldıktan sonra bu esrime halinden bahsetmişti. Şimdi anlıyorum ki Grotowski’nin Vasıta Olarak Sanat makalesinde bahsettiği asansör metaforu bu esrimeyi açıklamak içinmiş. Öte yandan bu metaforu unutarak baktığımda bu esrime bana Girardian terminolijideki İkame Kurban’ı anımsattı. Ortadaki oyuncu “cinlenmişçesine” hareket ederken diğer oyuncular onun etrafında, ona doğru sürekli yinelenen bir nidayla sesleniyorlar.

2 Kasım

Bu sabah Yunanlı bir grubun yaptırdığı Workshop’a katıldık. Grubun yönetmeni o kadar enerjikti ki duvarları filan yumrukluyordu heyecanlandığında. Bir de bir hareket göstermek için vücudunun bir parçasına dikkat çekmek istediğinde vücudunun o kısmına öyle şiddetli vuruyordu ki... Çok komik bi biriydi. Bir enerji topuydu adeta. Sonuç itibariyle zayıf bir çalışma oldu. Ertesi gün de devam edecekmiş. Tamamen, başladık bitirelim diye geleceğiz.

Akşam yedideki Video enstellasyonu sırasında salonun üst katındaki odamızdan benim laptop çalındı. İkinci kez aldığım ses kayıt cihazı da. Çok asap bozucu.

Aşağıya inip Gılgamış akışı aldık. 51 dakika sürüyormuş. İlke oldukça rahat oynuyor. Güzel bir performans olacak diye umuyorum.

3 Kasım

Bugün reading Room’da Sadık Prens’in videosunu izledim. Çok heyecan vericiydi Cieslak’ı izlemek. İzlerken şunu farkettim. Grotowski’nin son dönemde yaptığı çalışmaların tohumları Sadık Prens’te mevcutmuş. Ortada esriyen bir oyuncu ve etrafında onu bu esrimesi sırasında “destekleyen” diğer oyuncular... Bu form geçen gün izlediğimiz Workcenter gösterisinde de mevcuttu.

Bugün Impart’ta bir video gösterimi bir de seminer vardı. Video, Action’ın İstanbul Aya İrini’deki gösterimi idi. Doğrusu Aya İrini’ye hayli yakışmış Action. Mario’nun baştaki ve sondaki sahneleri ise başdöndürücü.

Akşam Liseli bir grubun oyununu izledik. Bir önceki liseli grubun oyununa benziyordu. 4-5 kişilik bir oyuncu grubu, kendi metinlerini yazmışlar ve sahnede delicesine enerjikler.

5 Kasım

Dün, Erdem’le, oyunu oynayacağımız Tırmanma Gym’ine gittik. Gym, dağcıların tırmanma antremanı yaptıkları bir yer. Büyük bir kilise boyutunda. Biraz fazla sarı. Arkaya siyah perde astık altyazı için o biraz kararttı ortamı.

Önceki gece İlke, Apocalysis salonunda tekbaşına çalışma yaparken Mario Biagini girivermiş salona çalışmayı izlemeye. Tabii İlke tir tir titremiş heyacandan. Action’daki oyunculuğunu görmese bu kadar heyecanlanmayacağını söyledi.

-

Dün akşam, Workcenter’ın Mario yönetimindeki grubunun “I am America” “gösterisini” izledik. Barda gösterilen Electric Party Songs daha iyiydi bence. Şiirlerin bestelenmesinden oluşmuş böyle bir gösterinin yeri sahne değilmiş galiba. Ama yine de izlemiş olmaktan dolayı hayli sevinçliyim. Oldukça ilham verici, zihin açıcı bir gösteriydi.

6 Kasım

Dün Tehlikeli Oyunlar’ı Tırmanma Gym’inde oynadık. Biraz ağır bir deneyimdi doğrusu. Mekan ve hava ancak bu kadar soğuk olabilirdi. Tüm oyunun İngilizceye çevrilmesi de iyi bir etki yaratmadı. Kelimeler o kadar hızlı aktı ki ekranda, seyircinin bir kısmı yazıyı takip etmek isterken ne Erdem’i ne de yazıları takip edebildi. Oyunun sonunda seyircilerin yarısı gitmişti. Bu “tecrübe”de en büyük pay benim elbette. Oyunun öyle bir mekanda sırf salıncaklar asılabiliyor diye oynanmasına evet dememeliydim. Oyundan bir gün önce gördüğümde aklımdan ilk geçen şey burada oyunun oynanamayacağı olmuştu. Oysa, tramvayla dönerken Apocalypsis Salonunda salıncaklar yerine sandalyelerle oynamayı tasarlamaya çalışıyordum. Bunun olamayacağına kanaat getirdikten sonra, festival ekibine aynı saatte Enstitü’de Ben Pierre Riviere...’i oynamayı önermeyi düşündüm. Ama Erdem o kadar istekliydi ki T.O.'yu oynamak konusunda... Neyse, bundan sonra uygun mekan olmadan oynamaya çalışmamalı.

Dün akşam Oğuz geldi. Doktora sınavını verip uçağa binmiş.

-

Bu akşam Gılgamış var.

7 Kasım

Dün Gılgamış’ı oynadık. İlke yapıyı oturttu, ancak biraz daha çalışıp nefesini rahatlatması gerekiyor. Nefesi biraz problemliydi. Tam ve rahat nefes alamadı zaman zaman. Ama seyircilerden aldığımız yorumlar oldukça cesaret verici oldu. Şarkıların tınısı ve yapının basitliği beğenilmiş. Çok sevindik.

Akşam da müstakil bir evde bir parti vardı ona katıldık. Aslında partide “Electric Party Songs” olacaktı ama grubun sadece üçte biri hastalanmadan sağlam kaldığı için oldukça kısa bir versiyon oldu. Ev tam bir 60’lar filminin dekoru gibiydi.

Erdem’le İlke, partide Lisa Wolford’a Gılgamış’ı nasıl bulduğunu sordular. O da oyunu çok beğendiğini, Erdem’in de sahneye çıkmasını-kısa bir anlığına da olsa- beklediğini söylemiş.

Bir de İngiltere’den festival için gelen biriyle tanıştık. Zeynep'in dersinden tanıştığım arkadaşım Sema bir konuşmamızda kendisinden saygı duyduğu bir tiyatrocu olarak bahsetmişti. Göze, Londra’da oyunculuk üzerine pratik bir doktorayı yeni bitirmiş. Şimdi orada bir üniversitede hocalık yapıyormuş. Kendisiyle bu sabah buluşup kahve içip sohbet ettik. Gılgamış’ı beğendiğini söyledi. T.O.’yu izleyememiş. Aralık’ta İstanbul’a gelecekmiş. Geleceği günü bize önceden haber verirse o günlere bir Tehlikeli Oyunlar koyabileceğimizi söyledik. Kendisini çok sevdik.

Bugün saat ikide Rus kökenli Amerikalı bir yönetmenin söyleşisi vardı. Bize oyunculukta peşinde olduğu şeyi anlattı. Aradığı, ruh-beden ayrımını ortadan kaldıracak bir oyunculuk imiş. İlkel akıl ile sürekli gerekçeler arayan akıl ayrımı yaptı ve oyunculuğun ilkel akıl ile canlı ve hakiki olabileceğini söyledi. Thomas Richards’ın Yale’den hocasıymış. Burada gerçekleştirdiği üç günlük bir workshop’un ardından bu konuşmayı yaptı.

8 Kasım

İlke dünden beri hasta. Bugün yataktan hiç çıkamadı. Oğuz da hastalandı bugün. Akşam da Erdem öksürmeye başladı. Workcenter ekibinden de hastalanmayan 2-3 kişi kalmış. Herkes H1N1 oldu galiba.

Dün, bir İtalyan grubun oyunu vardı: Me/Dea. Dehşet birşeydi. Oyunun sonlarına doğru salon gülmeye başlamış. Ben ortasında bir yerlerde çıktım. Çünkü beni de gülme tutmaya başlamıştı. Medea'yı bir erkek yapmışlar ama niye yapmışlar belli değil. Bir de öylesine çok klişe vardı ki oyunda...

Bugün saat 2’de İlke’nin yol parasını veren Gül Hanım’la buluşup sohbet ettik. Gılgamış’a dair epey olumlu yorumlar yaptı. Araştırıp bulduğunuz şeyleri mutlaka geliştirmelisiniz dedi. İlke’nin sahnedeki rahatlığında bir “intelligence” vardı dedi. Tehlikeli Oyunlar içinse; sahnelemenin, oyunculuğun, uyarlamanın hakkı verilmişti ama biraz uzundu dedi.

9 Kasım

İlke İstanbul’a döndü.

14:30’da Impart’ta felsefe doktorası yapmış bir İtalyan akademisyenin konuşması vardı. Konuşmanın adı “Body at Work” idi. Beden ve çalışmanın birbirlerinden neşet ettiğini, ruhun da çalışmayla kazanıldığını söyledi. Bütün konuşmasını Grotowski’den alıntıladığı iki cümle üzerine kurdu. Birincisi, oyuncunun sahnede kendini “yaktığında” seyirci tarafından görünenin bir dizi canlı itki akışı olduğunu söylediği, Yoksul Tiyatroya Doğru makalesinden bir cümle, diğeri de sanırım yine aynı makaleden tiyatronun seyirci ile oyuncu arasında gerçekleşen bir karşılaşma olduğunu söylediği cümleydi.

Konuşmanın ardından aynı salonda bir deneme gösterisi vardı. İki monolog ve bir dans gösterisinden oluşmuş bir gösteri... Gösteri, çağdaş gösteri klişelerini başarıyla kullanıyordu. İlk kez bu oyun dakikalarca alkışlanmadı. Oysa çok zayıf bir oyun değildi ama sanırım oyuncuların sahnedeki ukalalıklarının sonucu alkış uzamadı. Mesela dün akşam yaşlı bir deliyle genç bir rahibenin aşkının anlatıldığı oyun oldukça zayıftı ama seyirciye tepeden bakmadıkları için tekrar tekrar alkışa çıktılar.

-

Dün Benoit bana, Erdem ve İlke’yle ne kadar zamandır birlikte çalıştığımızı sordu. Ben 10 yıldan fazla bir zamandır diyince epey bir şaşırdı. Jessica da Erdem’e oyunda, yönetmenle oyuncunun güçlü bir dil yarattığı görülüyordu demiş.

-

Tüm Workcenter ekibindekilerin naiflikleri, herkesle ilişki kurmaya çalışmaları, festivale epey bir anlam katıyor. Gerçekleşen şey tam bir festival oluyor bu sebeple. Herkes birbiriyle temas etmeye çalışıyor. Tüm bunların toplamı çok etkileyici bir deneyim oluşturuyor.

Lisa Wolford’un konuşması ilginçti. Tiyatroya dair iki köken teorisi olduğunu tespit ederek başladı. Birincisi oldukça yaygın ama nispeten yeni olan teori; tiyatroyu antropolojik bir nazariyeden bakarak açıklamaya çalışmak. Bu yaklaşımın iki kurucu babası Victor Turner ile Schehner’dır dedi. Biri antropoloji kökenli diğeri de tiyatro. Diğer teori ise antropolojik yaklaşımdan önce çok yaygın olan edebi tiyatro teorisi. Okuma yazma oranı bu derece artmadan önce çoğu edebiyat eseri kamuya açık toplantılarda okunurmuş. Bu etkinliğin tiyatronun antropolojik ya da dinsel –ayinsel olmayan kökenini oluşturduğunu söyledi. Bu kökenin de yeniden hatırlanmasına ihtiyaç olduğunu söyledi.

Buraya gelişimizin en önemli kazanımlarından biri de İlke’nin Gılgamış’ı tek kişilik bir performans olarak göstermesi oldu kanımca.

10 Kasım

Bu sabah Reading Room’da birkaç video izledim. İlkin, 1975’te Wroclaw’da gerçekleşen Theater of Nations Üniversitesi belgeselini izledim. Grotowski oldukça dışa dönük bir tipmiş. Ardından, Grotowski ve tiyatrosuyla ilgili çekilmiş ilk film olma özelliği taşıyan, bir sinema öğrencisinin bitirme projesini izledim. Grotowski burada 26-27 yaşlarında konuşmayı pek seven biri olduğu hemen anlaşılıyor. Belgeselde grubun yaptığı ses, akrobasi ve korporal çalışmalardan kesitler de var. Doktor Faust oyununda bazı görüntüler de eklenmiş. Daha sonra bir amatör kamereman tarafından çekildiği anlaşılan Hamlet çalışmasının prova kayıtlarını izledim.

Laboratuar Tiyatrosu’nun 60’larda ve 70’lerde yaptıkları hareket ve ses çalışmalarını görmüş olmak beni çok sevindirdi. Grotowski metinlerine görsel malzeme de eşlik edince insanın kafası daha da netleşiyor onun çalışmasıyla ilgili.

11 Kasım

Dün akşam Rynek’te bir grup asker toplanmış tören yapıyordu. Bandoyla marş falan çaldılar, havaya ateş ettiler. Bu sabah ise Oğuz’la kahvaltı edecek yer ararken her yerin kapalı olduğunu gödük. Etrafta bayraklar asılıydı. 11 Kasım Polonya’nın kurtuluş günü filan herhalde. Biraz dolaşınca bir meydanda ilkokul ve lise öğrencilerinin toplandığını gördük. Sonra bir at arabasının ardından yürüyüşe geçtiler. At arabasında da zaferi kazanan generalin benzeri olduğunu tahmin ettiğim biri vardı.

-

Dün saat ikide Rura Bar’daki foruma gittik Erdem ve Oğuz’la. Lafın lafı açtığı güzel bir toplantıydı. İtalyan felsefeci kadın yüzünde mevzu arzu, farklılık, ötekilik kavramları etrafında döndü.

Ardından akşam yedide bir sinagogta oynanan bir oyuna gittik. Bir roman uyarlamasıymış. Yahudi bir kızın kılık değiştirerek sınırları geçip sevgilisini bulmaya çalışmasını anlatıyordu. Biraz tutuk bir oyundu.

Saat dokuzda Grotowski Enstitüsünde “Küçük bir Anlatı” adlı bir gösteri vardı. Öyküyü, önündeki bir metinden okuyan adamın mütevazi tavrı hayli sıkıcı olabilecek gösteriyi takip edilebilir kılıyordu. Bir gün, dedesinin Komünist Parti’ye çalışan bir ajan olduğunu öğrenmiş ve dedesinin hikayesini sahneye taşımaya karar vermiş. Kendi hikayesi olmasına rağmen son derece mesafeli bir dil kullanıyordu. Okurken arkasındaki projeksiyon perdesine, okuduğu metinden bazı kelimeler yansıtıyordu elindeki uzaktan kumanda yardımıyla. Bir de üç tane performanstan parçalar gösterdi. Bu üç performansın ortak özelliği hepsinde tek bir kadının oynaması ve kadınların hepsinin de çırılçıplak olmasıydı. Bilemiyorum, belki de bu gösterilerden esinlendiğini anlatmaya çalışıyordu.

Dün, Thomas Richards Erdem’e, İlke’nin gittiğini yeni öğrendiğini ve kendisine tebriklerini iletmesini söyledi. İlke’nin çalışmasında gelişmekte olan değerli bir şeyler gördüğünü söyledi.

-

Grotowski’nin prodüksiyonlar döneminden, en son dönemi olan Vasıta Olarak Sanat dönemine gelişini ölüm ritüellerinden yeniden doğum ritüellerine geçiş olarak görebilirmişiz gibi geliyor. Ancak bu iki türün de aynı olayın anılmasından başka bir şey olmadığını da belirtmek gerekiyor. Bir madalyonun iki yüzü gibi. Anılan olay her türlü farklılık düzenini kuran, kültürün temeli olan olaydır. Yani bir kurban edimidir. (Girard) Çünkü bizi biz yapan ve biz’in içinden ben ve sen’i birbirinden ayıran bu olaydan daha değerli bir şey yok. Grotowski, kanımca bu kurban ediminin izini sürüyor tüm dönemleri boyunca. Yani Sadık prens’teki Cieslak’la, Action’daki Thomas Richards aynı kişinin varyasyonları. Sadık Prens’te olayın karanlık yüzüne bakarken Action’da aydınlık yanına baktığımızı düşünüyorum.

Bir İtalyan Profesörün Workcenter ve I am America üzerine verdiği bir seminere katıldık. Dalcroze’un çalışmasıyla Grotowski’nin çalışmasını karşılaştırarak başladı seminere. Her ikisinin de aslında sonuca değil sürece odaklandığını, geliştirdikleri tekniklerin ne gibi sonuçlar doğuracağıyla ilgilenmediklerini söyledi. Bir de, Workcenter’ın çalışmalarının canavarca, yani insanüstü bir çabanın ürünü olarak görülme eğilimi olduğunu söyledi. Bu bakışın Workcenter’ın çalışmalarının etkisinden kurtulma çabasının bir sonucu olduğunu söyledi. Ama canavarca görülmediği sürece Workcenter’ın çalışmasının hem performans sanatçılarının çalışmaları hem de her tür insanın çalışması için bir örnek ve meydan okuma olacağını iddia etti.

-

Akşam I am America’yı izledik. Bu ikinci izleyişimde bu performansın kesinlikle sahne-seyirci ayrımını kaldıramadığına kani oldum. İzleyen-dinleyenlerle performerlar arasında en ufak resmi ilişkiyi çağrıştıracak konumlanma gösterinin etkisini zayıflatıyor. Öte yandan performerların, gösteri başlamadan önce tüm gelenlerle tek tek göz teması kurarak selamlaşmaları ve gösteri bittikten sonra alkış sırasında tek tek herkese gözleriyle teşekkür etmeleri çok etkileyiciydi.

12 Kasım


Dün I am America’nın başlamasını beklerken Nat’e bizim gösterileri nasıl bulduğunu sordum. Tehlikeli Oyunlar'ı hayli beğendiğini; çok iyi yönetilmiş, oynanmış olduğunu söyledi. Keşke söylenenleri anlayabilseydim diye düşünmüş oyunu seyrederken. Gılgamış içinse; İlke’nin biraz daha cesarete ihtiyacı olduğunu söyledi. Ama Gılgamış’ta yapılan tüm tercihleri, tüm yapıyı çok beğendiğini; oyunu seyrederken bu formun muhtemelen tiyatronun en ilksel formu olduğunu farkettiğini söyledi: İnsanlar tarafından çepeçevre sarılan oyuncu-şarkıcı. Son olarak İlke sahnedeyken gurur duydum, çünkü onu tanıyordum dedi.

-

Bu sabah, Reading Room’a gidip video izledim. Fransız bir oyuncu olan Alexis halihazırda bir videoya başlamıştı. Ben de ona katıldım. “Vigil” adlı bir videoydu. Grotowski’nin para-tiyatro çalışmalarından bahseden bir videoydu. Bu döneminde Grotowski’nin partneri olan Jacek Zmyslowski’nin önderliğinde yapılan çalışmaları izledik. İlginçti. Oyuncular ve oyuncu olmayanlardan oluşan kalabalık bir grup genişçe bir salonda devinip duruyorlar. Çoğu zaman bu devinme 4 saat sürüyormuş. Katılımcıların kendileri tamamlıyormuş devinmeyi. Ardından bir Cieslak belgeseli izledik. Trajik bir karakter olduğunuj az-çok biliyordum ama belgeselde bu çok açık bir şekilde görünüyordu. 30’lu yaşlarının başında tüm dünyada dünyanın en iyi oyuncusu olarak selamlanırken ve oyunculuğu çok ama çok severken birden neredeyse taptığı yönetmeni Grotowski artık tiyatro yapmamaya karar veriyor. O da Grotowski nereye gidiyorsa gitmeye çalışıyor. Ama artık Grotowski’nin yanında başka “gözde”ler beliriyor. Cieslak kendini aforoz edilmiş gibi hissediyor anladığım kadarıyla. Cieslak tanrısı tarafından istenmeyan ya da artık eskisi kadar istenmeyen bir inanmışın haleti ruhiyesine bürünüyor ve ölene kadar da bu aforozun ağırlığını üstünden atamıyor. Tam bir roman karakteriymiş yani Cieslak. Başkasının arzusunu arzulayarak bu arzunun ağırlığı yükünden kurtulamayıp kendini yokoluşa sürükleyen bir karakter. Belgeseldeki hemen herkes Cieslak’ın gittikçe artan bir yoğunlukta içki ve sigara kullandığını söylemesi de sanırım bu öz—yıkıma vurgu yapmak istemelerinden kaynaklanıyordu.

Son olarak Zygmunt Molik’in 2008 yılında Brzezinka’da yaptırdığı bir workshop’u izledik. Fazlasıyla klasik bir workshoptu ama neredeyse 80’indeki Molik’in azmi, enerjisi ile Brzezinka’nın görüntüleri; çiftlik evi, orman vs. hayranlık uyandırıcıydı.

Bugün Impart’ta bir şarkılı oyun izledik. Çok naif, çok sempatik, “Miniminnacık bir karhelvası” tadında bir oyundu.

Oğuz bu sabah İstanbul’a döndü. Erdem ve ben de Salı sabahı döneceğiz. Festival bu akşam önce bir panel, ardından da bir partiyle sona erecek. Biz de Erdem’le yarın sabah Enstitü’den ayrılıp Avantgarde Hostel’e yerleşeceğiz.

-

Sanırım bu festivale katılmak bizim üzerimizde tahminimden fazla etkide bulunacak. Workcenter’ın çalışmalarıyla ve de üyeleriyle karşılaşmak, onların dünyayla, başkalarının çalışmalarıyla kurduğu ilişkiye tanık olmaktan dolayı kendimi şanslı hissediyorum.

13 Kasım

Festival dün akşam bir partiyle sona erdi. Ondan önce Thomas ve Mario’nun küçük birer konuşma yaptığı bir salon toplantısı vardı. İkisi de genel olarak festival üzerine konuştular ve gerçekleşen şeyin öneminden bahsettiler. Bizim de burada kendi aramızda konuştuğumuz; coşkunun, açıklığın ve kutlamanın festivali festival yapan şeyler olduğunu söylediler. Mario, karşıdakine bir alan vermenin hatta hediye etmenin önemini anlattı. Seyirciler arasında iki kadın 75’te Grotowski’nin Wroclaw’da organize ettiği Theater of Nations Üniversitesi etkinliğini izlemişler. O dönemde gerçekleşenle bugün burada yaşanan şeyin benzerliğini, aynı ruhun yaşıyor olduğunu görmekten duydukları memnuniyeti ifade ettiler.

Sonra Reading Room’da birlikte video izlediğimiz Alexis ile toplantının yapıldığı Impart’tan Rura Bar’a sohbet ederek yürüdük. 40 yaşında orta çaplı bir orta yaş bunalımına sahip eski bir yönetmen. Şimdi sadece oyunculuk yapıyormuş. Ludwik Flazsen iki yıl boyunca hocası olmuş ama kendisine Grotowski’den hiç bahsetmemiş bu süre boyunca. Ancak iki yılın sonunda kendisine Grotowski kitapları verip Grotowski ile tanışmasını sağlamış. Daha sonra Zygmunt Molik’in workshop’una katılmış. Bu festivale de karısına bir doğum günü hediyesi olarak gelmiş. Yani, karısı Paris’te kalmış hediye olarak onu biraz yalnız bırakmak istemiş anladığım kadarıyla.

14 Kasım

Bu sabah Nat’in kaldığı dairede birlikte kahvaltı ettik. Ardından üçümüz botanik parkını gezdik. Nat epey heyecanlı, Pazartesi Thomas’la çalışmaya başlayacaklarmış. 4 erkek seçilmek için bu çalışmalara katılacakmış. Thomas’ın iki erkek oyuncu almayı düşündüğünü duymuş Nat.

Oyuncu olmaya 25 yaşında karar vermiş. Şimdi 34 yaşındaymış. Workcenter’a girmek için yaşının biraz dezavantaj oluşturabileceğini düşünüyor çünkü grup üyelerinin yaş ortalaması 23-24.

Dün, Enstitü’deki yatakları salona yığıp ortalığı toparladık Benoit ve Ursula’yla birlikte. Ardından festivalin son günü izlediğimiz sevimli şarkılı-oyunun yönetmeninin bir kafede yaptığı sunumu izlemeye gittik. Neredeyse Thomas’ın tüm ekibi de oradaydı. Kadın Tibet ve Hindistan’a gidip 4 ay kalmış ve Tibet Budizmi üstüne çalışmış. Bize gezisinde çektiği fotoğrafları gösterirken gezisini anlattı. Sunum biraz sıkıcıydı fazla Avrupa merkezli bir bakışı yansıtıyordu ama yine de gezisini burada kamuya açması hoştu.

15 Kasım

Bu sabah Nat’in kaldığı daireye taşındık. Daire Enstitü’ye ait bir çeşit misafirhaneymiş. Bizden önce Mario kalıyormuş.

Erdem’le müze gezelim bari dedik ve Ulusal Müze’ye gittik. Biraz geç kaldığımız için sadece 45 dakika gezebildik. Çok zengin bir müze olduğu söylenemez. İkonalardan, İsa’nın hayatından kesitler anlatan ahşap oyma üç boyutlu tablolardan ve bazı kilise babalarının tablolarından başka pek bir şey yoktu.

Müzeden dödükten sonra Nat bize Thomas’ın, kendisinden hazırlamasını istediği şarkıyı gösterdi. Birkaç öneri yaptık ama çok detaylı çalışmadık. Sonra hep beraber Sushi yemeye gittik. Eve dönünce Julius Sezar’dan seçtiği tiradını çalıştık beraber. Sanırım çalımanın ardında Nat organik bir akış gerçekleştirebildi. Kendisi de ortaya çıkan şeye şaşırdı. Ardından, kısa bir süre şarkısına baktık. Ben bir kaç öneri yaptım ama detaylı çalışmadık.

Yarın Erdem’le Workcenter ekibiyle çay-kahve içmeye davetliyiz. Umarım relax bir ortam olur.

16 Kasım

Öyle sanıyorum ki, Wroclaw’daki günlerimizin en yoğun günü oldu bugün. Başlangıçta festival bittikten sonra kalmaya devam etmemizin gereksiz olduğu hissine sahip olduğumu itiraf etmeliyim. Ama Nat’le yaptığımız çalışma ve bu akşam gerçekleşen buluşma tüm Wroclaw maceramıza daha da anlam kattı.

Wroclaw’daki son günümüze sabah onda Reading Room’da video izleyerek başladık. Önce “My Dinner with Andre”yi izlemeye başladık ama bizi pek açmadı o yüzden yarısında bıraktık. Sonra benim birkaç gün önce yarısını izlediğim Vigil’i izledik. Acting Therapy, Theater and non-Theater, belgesellerini Grotowski’nin Margaret Croyden’le yaptığı bir televizyon söyleşisini izledik.

Vigil 1978 yılında İtalya’da çekilmiş. Jacek Zmyslowski önderliğinde aralarında Jairo Cuestia’nın da bulunduğu uluslararası küçük bir grubun yaptırdığı bir çeşit hareket çalışması. Bizim iki sene önce yapmaya başladığımız çalışmalar bu çalışmalara benziyordu. Videonun başında Andre Gregory Jacek ve ekibiyle bir söyleşi yapıyor. Ardından genişçe bir salonda kalabalık bir katılımcı grupla yapılan hareket doğaçlamalarını izlerken Jacek çalışmayla ilgili açıklamalar yapıyor.

Acting Therapy filmi ise 1975’te Wroclaw’da Apocalypsis Salonu'nda Zygmunt Molik’in yaptırdığı ses ve hareket çalışmalarından oluşuyor. Çalışma sırasında yapılan konuşmalar dışında filmde bir metin yok. Film, Molik’in bir oyuncuyla yaptığı ses çalışmasıyla açılıyor. Bu ikili çalışma ara ara geliyor ekrana. Oyuncu tam anlamıyla kasılmış durumda. Ancak bu kasılmada en büyük pay Molik’in görünüyor. Oyuncuyu asla rahat edemeyeceği bir duruşa zorlayıp duruyor. Film ve çalışma ilerledikçe Molik önce oyuncuyu omuzlarından tutup sıkarak adeta güreşmeye başlıyor. Oyuncu haliyle daha da kasılıyor. Güreş devam ettikçe ediyor. Bu sahneleri izlerken artık ses çıkarmadan gülmekten gözümden yaşlar gelmeye başlıyor. Sonra başka çalışma görüntüleri giriyor ardından yine Molik’le oyuncuyu görüyoruz. Bu kez Molik oyuncuyu bir duvara sıkıştırmış alt koluyla oyuncuyu duvara doğru tüm gücüyle bastırıp duruyor. Bununla da kalmayıp oyuncu iki büklüm oluncaya kadar sıkmaya başlıyor göğsünden kavrayarak. Tabi tüm bu güreş ve sıkıştırma boyunca oyuncunun sesinde olumlu anlamda en ufak bir değişiklik olmuyor. Hatta daha da kasılıyor. Sonra birden Molik oyuncuyla güreşi sonlandırıyor ve onu yavaşça serbest bırakıyor. Bu andan itibaren oyuncunun sesinde ve hareketlerinde bir rahatlama gerçekleşiyor. Sesi dahil tüm bedeniyle dans etmeye başlıyor. Tabii yaşanan şey mucize filan değil göreceli olarak rahatlamanın verdiği bir coşku yaşanıyor. Üstelik oldukça kaotik bir coşku...

-

Saat beşte bir eve davetliydik. Thomas Richards ve grubu bizi karşıladı, çay-kahve ikram etti. Bizim dışımızda 6 davetli daha vardı. 4’ü bu sabahtan itibaren ekiple seçmelere katılan ve ikisi de onların arkadaşı olan ve festival boyunca gönüllü olarak çalışan kişilerdi.

Workcenter ekibi bizi tanımak için sorular sordular. Benoit bizim grup üyelerinin aidat topluyor olmasına önce şaşırdı sonra aidatların birilerinin tam zamanlı tiyatro yapabilmesine katkı olduğunu öğrenince biraz aklı yattı.

Ardından biz de Tehlikeli Oyunlar ve Gılgamış’a dair düşüncelerini sorduk. Hemen herkes iki gösteriyi de izlemiş. Her ikisi hakkında da uzun uzun yorumlar yapıldı. Nat benle Erdem’e daha önce söylediklerini daha detaylı olarak tekrarladı.

Thomas özellikle Gılgamış’la ilgili uzun bir değerlendirme yaptı. Sürece dair sorular sordu. İlke’nin uzun bir süre ben bu hikayeyi niye anlatıyorum diye bunalımda olduğunu söylediğimizde bu sorunun ve bunalımın çok değerli olduğunu söyledi. İlke’de bir hikaye anlatıcısında olması gereken çok önemli birşey olduğunu söyledi. Bu da sahnedeki rahatlığı ve prezans’ı sanırım. Ekiptekilere dönüp, birisinin size siyah tişört ve pantolon giyip bir salonda her tarafı insanlarla doluyken gülümseyerek bir hikaye anlatacağını söylediğini duysanız muhtemelen ona gülerdiniz değil mi dedi. Ama kulağa son derece saçma gelen bu proje sahnede oldukça inandırıcı bir performansa dönüşmüş dedi. İlke’nin sahnedeki gülümsemesinden çok etkilenmiş. Geçen Haziran’da gösterdiğimiz iki kişilik versiyonu fazlasıyla ağır bulup bu ağırlıktan kurtulma çabamızın doğru bir çaba olduğunu söyledi. Zaten bu hafiflemenin gösterinin baştaki üçte ikilik kısmında başarılmış olduğunu ve bu kısımda, kendisi yıllar önce Gılgamış’ı oynamış biri olarak dahi, hikayeyi büyük bir heyecan ve merakla takip ettiğini ama son üçte birlik kısımda İlke’nin “duyguyla” oynamaya başladığını ve o zaman ilgisini kaybettiğini söyledi.

Tehlikeli Oyunlar’la ilgili olarak yorum yapmadan önce festival yönetmeni olarak özür diledi. Sizi çok kötü şartlarla mücadele ettirdiğimiz için üzgünüz dedi. Tüm bu şartlarla mücadelenizi de takdir ettim dedi. Oyunla ilgili daha önce söylenen bir çok şeye katılmakla birlikte hala daha çalışılıp detaylandırılacak yerler olduğunu söyledi. Benoit daha önce Erdem’in eylemlerinin “precise” oluşundan bahsetti. Her iki oyunda da hikayenin oyuncunun önünde oluşundan duyduğu memnuniyeti ifade etti. Tehlikeli Oyunlar’da oyuncunun kendini açığa çıkardığı anlarda gösterinin adeta “patlama” yaptığını söyledi. Bu anların daha da çoğaltılabileceğini söyledi.

Ardından Thomas sanırım biz de sizlere birşeyler gösterebiliriz dedi. Çay-kahve içtiğimiz genişçe bir sehpa ve üstünde oturduğumuz sandalyeler ve sıralardan başka bir şey olmayan yaklaşık 15 metrekarelik salonu düzenlediler. Oturacağımız yereri ayarladılar. Üstünde bir-birbuçuk yıldır çalıştıkları yeni eserlerini sergilediler. Bir çeşit “Action”dı. İzlerken ve dinlerken şarkılarındaki ve eylemlerindeki kesinlik, oyuncuların şarkı söylerken zaman zaman adeta bir çocuğa ya da yaşlı bir kadına dönüştüklerini görmek çok heyecan vericiydi. Öte yandan kendilerinden başka birisi olmadılar. Daha çok kendilerine birilerini ekliyor gibiydiler. Bir çeşit transformasyon yaşıyorlardı. Kendi sınırlarını genişletmeleri ve bunu oldukça “nazik” bir şekilde gerçekleştirmeleri; asla bedenlerini, seslerini, mekanı ya da başka herhangi bir şeyi zorlamadan yapmaları çok şaşırtıcıydı.

Bir de tabii ki olay’daki en önemli nokta olayın kuruluşuna gösterilen özendi. Bizler izleyicilerdik elbette ama öte yandan gerçekleşen olayın o denli bir parçasıydık ki kendimizi ayırıp tamamen seyirci olamazdık. Bir gösterinin hem parçası hem de izleyicisi olmak çok sık yaşanmayan bir deneyim. Apartmandan çıkıp yürümeye başladığımda beni saran neşe’den de anlayabildim bunu.


17 Kasım

Varşova-İstanbul uçağındayız. İstanbul'a varınca ilk yapacağım şey bir Taraf gazetesi alıp okumak olacak. Bir de İSAM Kütüphanesi’nde çalışmayı özledim.

Seyyar Sahne 2008-9 çalışma günlüğü: Tehlikeli Oyunlar

Celal Mordeniz
25 ağustos Gümüşlük
Erdem, önümüzdeki sene tek kişilik bir çalışma yapmak istediğini söyledi. Ben de olur yapalım dedim.
26 ağustos Gümüşlük
Burada, Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ını okuyoruz. İki akşamdır Erdem okuyor. Dün akşamki okuma sırasında bu romanın tek kişilik bir gösteriye son derece uygun olduğunu farkettim. Önümüzdeki sezon bu çalışmayı sergilemeyi hedefleyebiliriz sanırım. Oğuz’u da arayıp haber verdik. O da İstanbul’da okumaya başlasın diye.
15 ekim istanbul
Hikmet’in Albay’la konuşması-atışması gibi Erdem de seyirciyle konuşup-atışsa mı?
20 ekim istanbul
Tehlikeli Oyunlar’da bazı oyunlar düşünmeli ki tehlikeli olsunlar.
Küre... Hikmet’in karanlık ruhunun aynası olarak bir küre…Bu kürede oluşan akışkan görüntüler…
23 ekim
Dün, Erdem ilk kez çalıştığı bir sahneyi gösterdi. "Tarih" bölümünü çalışmış. Oğuz ve Efe’yle birlikte izledik. Biraz çalıştırdım. Soyut bir hareket kullanımı tercih etmişti. Bense biraz daha gerçekçi hareketler, eylemler kullanmasını istedim.
25 ekim
Oyunda Albay ve diğer karakterlerin konuşmaları Hikmet’in sesinin varyasyonları olarak tasarlanmalı. Erdem, bedeninin parçalarını kişileştirmeli. Bu parçalar oyun ilerledikçe gittikçe koordinasyonu kaybederler ve kendi “bağımsızlıklarını” kazanarak Hikmet’in delirmesine eşlik ederler.
27 ekim
Seyirciler içeri girerken Erdem yere sekiz dilimli bir daire çizse. Bu dilimler oyunun mekanlarını bölümlerini filan imlese?
5 kasım
Bu çalışmaya bildiklerimizin sergilenmesi değil bilmediğimiz şeylerin öğrenilmesi süreci olarak bakmayı unutmamalı. (J.G.)
20 kasım
Artık neredeyse haftanın 7 günü bir çalışmaya gidiyorum. Bu da beni biraz yoruyor. Hep aynı çalışmayı değil, 3 farklı çalışmayı yaptırıyor olmak asıl zorlu olan. Öte yandan bu çalışma modelinde oyuncular daha çok kendilerini aşma şansı buluyor.
13 şubat
Oğuz’la Erdem, ben Tahran’dayken iki tane salıncak asmışlar tavana. Birini kısa birini uzun tutmuşlar. Ben, çok sayıda ve aynı boyda olurlar diye düşünmüştüm. Ama bu da enteresan olmuş.
Geçişlere baktık biraz. Bölümler arası geçişler nasıl olacak? Hiçbir şey bulamadık. Acaba daha sık mı birlikte çalışmalıyız? Gösteri, bir metin okuması mı olacak? Gösteride bedenselliği, hareketi nasıl kurmalı? Bedeni parçalara ayırıp hepsini kişileştirme espirisi yetecek mi? Sesi hiç duymayan, metni anlamayan biri için sıkıcı olmamayı nasıl beceririz?
***
Oyuncunun fail olması meselesini biraz düşünmeli. Ya eylemleriyle kendini ifşa eden fail, ya da bir hikaye anlatıcısı olmalı oyuncu. Bir yandan da ikisi birbirini kapsayan kavramlar galiba. Eylem icra edilirkeniken bir hikaye de aktarılmakta, hikaye anlatıcısı da kendi kimliğiyle varolmakta ve bir eylemin faili olmakta. bu sebeple oyuncu kendisini salt bir taklitçi olmaktan çıkarmalı. Taklitçilik, tinsellik yitimine neden olmakta çünkü.
17 şubat
R. Girard’ın “Romansal Hakikat…”i... Muhteşem bir roman teorisi.
24 şubat
Odtü şenliğine Tehlikeli Oyunlar ve Gılgamış ile başvurmayı düşünüyorum. Bir de workshop önermeyi. Bizim “hareket makamı” çalışmasını yaptırabiliriz.
7 mart
Yarın Tehlikeli Oyunlar’ın açık provası olacak. Hagaragort grubunu çağırdık. Sonrasında konuşacağız prova üzerine.
8 mart
Oyun alanı ve ışık gittikçe daralmalı.
9 mart
Hikmet, Bilge’nin evine gider- gittiğini anlatır-ancak neredeyse hiçbir diyalog yaşanmaz, tıpkı minübüste tasarladığı gibi. Sürekli zihinden geçenleri duyarız. Sonrasında onunla yatıp yatmadığını bizimle birlikte o da anlayamaz. Bu, içine büyük bir dert olur. Bir keresinde, -Fikret’le tanıştığı zaman- arzudan kendini kaybetmesi gibi bu kez de arzusuzluktan kendini kaybetmiştir. Ne yaptığının farkına varamaz.
Erdem, sahnede intihara-düşüşe hazırlanırken Albay’ın ağzından ölüm ilanını hazırlayışını, arkasından yaptığı konuşmayı vs. aktarır. En son da “Böyle dersiniz di mi Albayım?” der. “Saçmalama Hikmet!” le final.
“Romansal birliği görmek istiyorsak, kişiyi – “kutsal” bireyi- tümüyle bağımsız bir varlık olarak almayı bırakıp bütün karakterler arasındaki ilişkileri yöneten yasaları ortaya çıkarmamız gerekir.” R. Girard, Romansal Hakikat… s.144
11 mart
Tehlikeli Oyunlar’da Nurhayat Hanım (Dul Kadın) bölümünde Erdem kadının girişini oynamasın. Salim “anneeeaa” diye bağırırken sadece maskını ve sesini değiştirerek Nurhayat’ı seslendirsin.
Bilge’yle buluşmasını bir travma olarak yaşamıştır Hikmet.
12 Mart
Hikmet sonda geçmişinin bir muhasebesini yapar. Düşüş anında olabilir bu muhasebe. Aslında oynadığı oyunların, ne oyun ne de tehlikeli olduğu hakikatini kavrar, bir çeşit nedamet getirir. Artık herşeyi berraklıkla görmektedir.
Oyun oynanırken bir suflör kullanabiliriz.
13. Bölüm “Korku” başlı başına bir şaheser.
13 Mart
Hikmet düşerken şunu da anlar: yolculuğu çemberin merkezine doğru yapılmış bir yolculuktur. O merkezde kendi ölümü ve her şeyin ama herşeyin aydınlanması vardır. Mevzu aslında o kadar da derin değildir.
Belki şöyle sorabilir düşerken: “Ne zamandır düşüyorum ben? Allahım ne kadar da uzadı?”
Oyunda, Hikmet, Albay’la, yazacakları oyunlar hakkında sadece konuşabilir; yani oyunları göstermeyebiliriz.
Hikmet’in Bilge’ye yazdığı mektubu kullanmalı. Bir de genel olarak Hikmet’in anlattığı öykülere yoğunlaşmalı. Mesela bir yerde anlattığı kütüphane faresi adamın hikayesi gibi ya da sirkteki deniz canavarı hikayesi gibi hikayelere.
18 Mart
Oğuz Atay’ın günlüklerinde T.O.’dan bahsettiği bölümleri ve yarım kalmış eseri Eylembilim’i okudum. Artık bizim sahnede nelerin olması gerektiğine dair daha çok fikrim var.
19 mart
Bedeni parçalara ayırarak oynama esprisini daha çok kullanmalı.
İSAM’dan Maçka’ya geldim. Oğuz’la Erdem gündüzden çalışmaya başlamışlar. Dün birinci perde için konuştuğumuz kısaltmaları çalışmışlar.
26 mart
İkinci perde arasız tek bir bölüm halinde tasarlanmalı.
27 mart
Erdem ikinci perdede kendi kendine bazı fiziksel engellemeler yaratarak oynasa. Mesela bir bölümde sol bacağını kullanmasa ya da başka bir yerde iki kolunu vs.. Bu engeller eklenerek değil çeşitlenerek ilerleyebilir oyunda.
28 mart
Bugün Odtü’den Esmeray aradı. Şenlik kitapçığı hazırlayacaklarmış, oyun ve atölye ile ilgili birer yazı göndermemi istedi.
Büyük romanlar, tek bir karakterin anlatısı gibi durur ama aslında “yan” karakterlerdir başroldekiler. Yani roman bize bir kişinin ötekilerle ilişkisiyle varolduğunu gösterir. Bu onun tiyatrodan aldığı bir özelliktir.
1 nisan
Hikmet sonlara doğru ayırdedici özelliklerinin hepsini kaybeder, herkes ve hiç kimse olur. Bu sebeple Albay ya da başkası olarak konuştuğunda da farklı bir ses tonu, vücut duruşu bulamaz.
Hikmet sonunda acısını dindirmek için atlar. Ya da öylesine yoğun bir acı içinde kıvranır ki bilincini ve de hayatını kaybeder.
25 nisan
Maçka’da Tehlikeli Oyunlar Provası… Bugün dahil 4 çalışma kaldı prömiyere. Dün de gelecektim çalışmaya ama Erdem beni arayıp gelmememi istedi. Tek başına ya da Oğuz’la çalışmayı düşünmüş. Bazı yerler tam hazır değilmiş. Ben de kütüphanede kaldım.
28 nisan
Erdem düşmeye geçince loş olan ışıklar gittikçe açılmaya başlar, parlaklaşır ve son replikle birlikte seyirci ışıkları da açılır.
29 nisan çarşamba
Pazartesi akşamı İTÜ’lü ve Bilgi’lilerle yaptığımız Arendt dersinin son oturumunu yaptık. Dersten sonra Tehlikeli Oyunlar akışını izledik. İlk akış. İlk yarı ile ikinci yarı iki farklı oyun olmuş. Bu farklılık, oyunu çalışma tarzımızdan kaynaklandı sanırım. Başlangıçta Erdem daha çok yalnız çalıştı. Üstelik, roman üstüne detaylı tartışıp düşünmeye birinci bölümün tamamlanmasına yakın başladık. Erdem ikinci bölüme başlamadan önce bu kısmın bütünü üstüne konuşup nasıl olacağına karar vermiştik. İkinci bölüm o yüzden daha kompakt oldu. Belki önümüzdeki sene oynanmadan önce birinci yarıyı da kompakt hale getiririz. Oğuz’a açtım bu düşüncemi. O da ilk yarıyı elden geçirsek fena olmaz dedi.
1 mayıs
Odtü mimarlık amfisi’nde salıncakları tavana asıyoruz. Daha doğrusu Oğuz’la Odtü’lü Ziya Can uğraşıyorlar. Ben de ışıkları düşünüyorum. Salon aydınlatmasını tavana yansıtılacak spot ışıklarıyla yapmalı. Çünkü salonun kendi aydınlatması fazla beyaz. Bir de, hiçbir ışık değişikliği yapmamalı oyunda. Oğuz da katılıyor bu fikrime.
25 mayıs
İlk iş baştaki hırka giyme oyununu atmalı. Uyanır uyanmaz sayıklamaya geçmeli. Bu hırka giyme oyunuyla oyuncunun seyirciyle sohbet edeceği izlenimi uyanıyor. Çalışmanın ilk zamanlarından kalmış olduğu için gözden kaçmış. Oyunun sonradan şekillenen haline uymadığı farkedilememiş.
2 haziran
Erdem, Salim’i konuştururken, ya da daha doğrusu tüm diğer karakterleri konuştururken belirli bir yere bakmamalı. O an Hikmet’te hangi pozisyondaysa oradan devam etmeli.
6 temmuz
Arendt, fail olarak kendini ifşa etmekten bahsediyor. Girard’ı bu nazariyeye dahil etmeye çalıştığımızda kendini bir taklitçi olarak ifşa eden biri çıkıyor ortaya.

Mimetik arzu insanları hem farklılaştırıyor hem de aynılaştırıyor.

Roman kahramanı her zaman vaftizi sırasında periler tarafından unutulan çocuktur. (Girard)

Herkes kendini cehennemde yalnız sanar ve zaten onu cehennem kılan da budur. Yanılsama genel olduğu ölçüde kabadır. (Girard)

Biz galiba Tehlikeli Oyunlar uyarlamamızla işte bu cehennemde tek başına yaşayan karakteri alıp bir kalabalığın ortasına koymuş olduk. Bence bu, mucizevi bir etki yaratma potansiyeline sahip bir form.

Hikmet’i anlamak onun büyüsüne kapılmamak demek aslında.

“...romansal deneyimle dinsel deneyim arasında pek fark kalmaz finalde.” (R. Girard)

Bizim Tehlikeli Oyunlar, romansal deneyimle dinsel deneyim arasında fark kalmaması hakikatini açık etmeye niyetlendikçe romansal olana ve dolayısıyla ritüele yakınlaşıyor.

15 temmuz

Dün, birinci perdenin kısaltılması ve “son yemek” ile “düşüş” bölümleri üstüne konuştuk, çalıştık. Erdem “park”ın sonuna “Ben Hikmet değilim...” le başlayan bir metin çalışacak.

Bergson, tüm yanlış problemlerin kaynağının neyin doğa bakımından –derece değil- farklı olduğunu bulamamak olduğunu söylüyor. Biz de tiyatro olayındaki prova ve performansın doğa bakımından farklı olduğu tespitiyle tiyatroya dair doğru problemler ortaya konabilir.

16 temmuz

Oyuncu sahnede sanatını sergilemez; gizler. Onun sanatı prova aşamasında başlar ve biter. Performans anında eylemciye dönüşür. Eğer sahnede bir sanatçı olarak varolmaya başlarsa çok bilinen oyunculuk hastalıkları olan teşhircilik ve tinsellik kaybı kaçınılmaz olarak oyuncuya sirayet eder.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Meyerhold Provada

MEYERHOLD PROVADA

İngilizceye çeviren: Alma H. Law
Kaynak: Performing Arts Journal, Cilt 3, Numara 3(1979, Kış) s. 76-84
İngilizceden Türkçeye Çeviren: Süreyya Bursa


Çehov’un vodvili Bir Evlenme Teklifi’nin provalarından birinde Meyerhold uzunca bir süre hevesle Lomof’u canlandıran Igor Ilinski’yle[i] çalışmıştı. Tiyatromuzda sıkça olduğu üzere provada yine pek çok izleyici mevcuttu.

Meyerhold ve Ilinski’yi birlikte çalışırken izlemek bir zevkti. Yönetmenin bitmek bilmeyen yaratıcı hayalgücü doğaçlama tekniğine ve bir virtüozün çabuk kavrama yeteneğine sahip oyuncu tarafından kavranmıştı. Ilinski, yönetmenin yönergelerini dinledikten sonra “Tamam, yarın yaparım” diyen oyunculardan değildi. Hemen yapardı. Meyerhold’un oyuncuyla çalışırken yaptığı demonstrasyonların mükemmelliği pekçokları tarafından bilinir. Ilinski onları tekrar ederken hiçbir şey kaybetmezdi. Tersine uygulamalar zenginleşirdi. Bu, yönetmeni bir yenisini yapmaya kışkırtırdı. Ortalık kahkahaya boğulurdu. Ilinski, hatta Meyerhold’un kendisi bile biraz gülerdi.

Demonstrasyonların birinde sıradaki “bayılma”yı sunarken(oyunun adı 33 Bayılma’ydı, ve her bayılmaya Çaykovski ya da Grieg müzikleri eşlik ediyordu)[ii] Meyerhold ansızın su dolu bir sürahiyi kapıp başından aşağı boca etti.

Ortak bir “Ah!”, kahkahalar, alkış.

Meyerhold provalarda kendini hiç esirgemezdi. Altmış yaşındaki bu adam en yüksek konstrüksiyona tırmanır, merdivenlerden yuvarlanır, hoplar, dans eder, tozlu zeminlere (eyvah!) boylu boyunca uzanırdı. Giysilerini buruşturmama ve kirletmeme konusunda büyülü bir yeteneğe sahipti. En riskli demonstrasyondan sonra, provaya ilk geldiği andaki zerafeti ve şıklığıyla yerine dönerdi.


Sırası gelmişken Meyerhold’un provaya özensiz kıyafetlerle geldiğini hiç görmediğimi de belirteyim.

Ama şimdi Bir Evlenme Teklifi’nin provalarına dönelim.

Sürahi “esprisi”ni gösterdikten sonra Meyerhold, her zamanki gibi biraz kamburlaşarak küçük masasına döndü. Islak ceketini çıkarttı, yeleğiyle kaldı. Provanın ısıtmadan yoksun, oldukça soğuk bir holde yapıldığını belirtmeliyim.

Ilinski’yi çağırdı ve kendi yaptığını tekrarlamasını istedi.

Ilinski boş sürahiyi yerine koydu ve parçayı tekrarlamaya hazırlandı.

“Ama boş bir sürahiyle ne yapıyorsun? Aksesuarcı!” diye bağırdı Meyerhold.

Aksesuarcı az öncekiyle tıpatıp aynı, su dolu bir sürahi getirdi. Ilinski sürahiye dokundu ve irkildi.

Provaya başladılar, Meyerhold dikkatini başka yöne çevirmişti, aktris Atyaseva’ya[iii] sahneyi anlatıyordu. Ona bir şey gösterirken Ilinski’ye sırtını dönüverdi. Ilinski bize susun işareti yaparak dolu sürahiyi hızlıca sahne arkasına taşıyıp, boş olanla değiştirdi.

Prova devam etti.

Meyerhold yerine döndü.

Sahnenin seyri gereğince Ilinski-Lomof sırtını dönüyordu.

Sonra hiç kimsenin beklemediği şekilde, Meyerhold bir anda, şeytani bir çeviklikle, bize susun işareti yaparak, sürahileri tekrar değiştirdi ve yerine döndü. Anlaşılan Ilinski’nin numarasını yakalamıştı.

Ama Ilinski hiçbir şey farketmedi. Kaçınılmaz an yaklaştı. Ilinski sürahiyi aldı ve soğuk suyu çekinmeden başından aşağı döktü...

Şaşkınlığı anlatılamazdı. Nasıl mest olduğumuzu ifade etmem mümkün değil.

Kuralcı kimseler provalarda bu tür şakalar yapılmasını uygunsuz bulabilirler, ama yine de böyle “yaratıcı bir atmosferde” bir vodvil sahnelemek öyle kolaydı ki... Bu aslında bir vodvilin atmosferiydi.

Bir seferinde de Meyerhold prova öncesinde sahneye içi doldurulmuş ölü bir ayı sürükledi. Bir iddia başlattı. Kim ayının orada bulunma sebebini doğru tahmin ederse 15 ruble kazanacaktı. Herkes tahmin yürütmeye başladı. Meyerhold tahminleri tebessümle dinledi. Biri bildi. Meyerhold hayır denmesine aldırmadan, 15 rubleyi kazanana verdi. Sonra da şöyle dedi, “Evet, benim de yapmak istediğim buydu. Ama madem ki tahmin ettin, başka bir şey yapacağız.” Ve ayı bambaşka bir rol oynadı.

***

Meyerhold provanın hararetiyle sık sık ceketini çıkarırdı. Ama bazen daha prova başlamadan, çalışanlar hala sahneye panoları yerleştirirken, yerleri süpürürken, kablo çekip yönetmen masasına bir lamba yerleştirirken ceketini çıkartmış olurdu.

Oyuncular henüz bir araya toplanmamış, yönetmen yardımcısının zili henüz çalmamıştı. Ama Meyerhold, ceketini çıkartmış, sahnenin sağ tarafında dikilmiş, sessizce panolar için işaretlenen bölgeyi inceliyordu. Sonra sol tarafa gidecek ve oradan bakacaktı. Bu şu anlama geliyordu; bugün burada sadece bir çatışma değil, meydan muharebesi olacaktı.... Sahnenin tozlu alacakaranlığına uzun uzun bakarken ne hakkında düşünüyordu? Bu anda kimse yanına bir soruyla yaklaşamazdı, zaten sorusuna bir cevap da alamazdı. Başı eğik, kamburunu çıkartmış şekilde, birkaç saniye boyunca hala birşeyler düşünerek seyirci koltuklarına inen eğik rampa boyunca gidip gelirdi. Sonra başını kaldırır, hâlihazırda seyirci koltuklarında oturanları farkeder, onları selamlar ve her zaman tamamen beklenmedik, o günkü provayla hiçbir ilgisi olmayan bir şey sorardı.

Provalar sırasındaki can sıkıcı analizler Meyerhold’un yeteneğine yabancıydı. Hâlihazırda o, doğaçlamada bir dahiydi, sanatsal sentezde bir dahiydi, anlık yorumlamalarda dahiydi. Provalarında bulunmuş olanlar bunu inkâr edemezler. Bir oyun şelalesi, bir doğaçlama çağlayanı, göz alıcı bir skeç zenginliği hızlıca ve tutkuyla ortaya atılıverirdi.

Ama bu madalyonun sadece bir yüzüdür. Bu provalarda gördüğümüzdür: her zaman şenlikli, her zaman bir performans, solo bir oyuncunun performansı. Ama çalışmanın başka bir aşaması daha vardır, masabaşı çalışması. Orada orancı Salieri mülhem Mozart’tan üstündür. Bu projenin olgunlaşma aşamasıdır, projeyi her açıdan değerlendirme aşamasıdır, hayallerin aşamasıdır. Burası gözlüklü Meyerhold’u bir kitapla otururken (her zaman bir kalemle) , ya da bütün hayatı boyunca topladığı sanat röprodüksiyonlarının kalın broşürlerini gözden geçirirken gördüğümüz yerdir. Kamelyalı Kadın’ı[iv] sahnelemeye hazırlanırken, örneğin, Meyerhold, Gavarni’nin ve 19.yy.’ın ortalarında yaşamış diğer ustaların yüzlerce gravürünü incelemişti. İşaretledikleri fotoğraflanmış ve sahne tasarımcısına gönderilmişti. Bu fotoğrafların arşivinde saklanan albümleri vardır. Bunlardan, oyunun görsel imgesinin nasıl doğduğu su yüzüne çıkartılabilir.









***

Meyerhold’un kendisi demonstrasyonu hiçbir zaman, yönetmenin oyuncularıyla olan çalışması için temel yöntembilimsel bir araç olarak önermemiştir. O her zaman “demonstrasyon tekniğiyle” icra halindeki oyuncunun tekniği arasındaki farkı ayırmıştır. Kendi prodüksiyonu Müfettiş’in yeniden yorumu için yapılan provaların birinde Meyerhold, Dobçinski’yi oynayan oyuncu Mologin’e[v], seyirciler için ayrılmış bölümden bağırdı: “Oynamıyorsun, bana Dobçinski’nin nasıl oynanacağını gösteriyorsun! Bu bir oyuncunun icrası değil, ancak bir yönetmenin demonstrasyonu!” Bu onun olağanüstü bir hayalgücüne sahip karakterinin, tutkulu, tezcanlı yaradılışının, “ne”yi ve “nasıl”ı eş zamanlı olarak görme yeteneğinin bir görünümüydü. Bu bir yöntem değil, bir kural değil, onun hünerinin eşsiz özelliğiydi, Chaliapin’in ritm duygusu kadar kişiseldi.

Meyerhold’u masasının başında, haftalar boyunca oyuncularındaki yaratıcı inisiyatifin uyanmasını sabırla beklerken hayal etmek tamamen imkânsızdı. Boris Godunov[vi] üstüne çalışmanın başlangıcında “masabaşı süresini” artırmayı denedi ama Puşkin’in dizelerinin incelikleri, şair Vladimir Piast’ın yardımıyla çözümlendikten hemen sonra Meyerhold herkesi tez elden masadan sahneye sürükledi. Etkinlik, çalışmanın her aşamasındaki çalışma tutkusu, niyetin berraklığı, hayalgücünün tabiiliği, buluş zenginliği-bunların bütünü Meyerhold’du.

Meyerhold zaman zaman kasvetli, zaman zaman sinirli, zaman zaman çılgın, zaman zaman bulaşıcı derecede neşeli, zaman zaman da coşkuluydu. Ama asla kayıtsız değildi, çok sevmediği bir oyun çalışırken bile.

Meyerhold’un bir kez, sıradan gündüz provalarından birinde (8 Nisan 1937) oyunculara bir demonstrasyon yapmak altmış bir kez sahneye çıkması olaya şahit olmama rağmen, bana şimdi inanılmaz geliyor. Olağan uyarılarını seyirciler için ayrılmış bölümden yaptı, ama aradan önce on sekiz kez ve 10 dakikalık bir moladan sonra da kırk üç kez sahneye çıktı. Bütün bu süre boyunca bir kez olsun oturmadı. Şu an önümde, rampaya her koşuşu için bir çizik attığım not defterim duruyor.

Yine ceketini daha prova başlamadan çıkardığı provalardan biriydi. Seifulina’nın oyunu Nataşa’dan, toplu sahne “Çarmıh Alayı” (The Procession of the Cross) prova ediliyordu. Meyerhold altmış üç yaşındaydı. Bu adamın olağanın dışında bir enerjisi vardı. Sahneye bir şey söylemek için çıkmıyordu. Her defasında bir demonstrasyon yapıyordu, yani, toplu sahnedeki otuz katılımcıdan biri için bütün bir bölümü oynuyordu.
***
Meyerhold’un bunun gibi pek çok provası vardı ama Boris Godunov’daki favori sahnelerinden başka bir provayı, “Shuiski’nin Evi” 9. sahnesinin provasını (17 Mayıs 1936) özellikle hatırlıyorum.

Öyle görünüyordu ki kimse kopacak fırtınayı öngörmemişti. V.E. ceketini başlamadan önce çıkarmamıştı; hatta birkaç dakika gecikmişti, ki bu onun çok nadir yaptığı bir şeydi.

Sandalyeler sahneye yarım daire şeklinde yerleştirilmişti. Salon karanlıktı. Prova “masabaşı çalışması” olarak planlanmıştı. Herkes oturmuştu. Henüz sahne kurulmamıştı.

Asistanları ve şair Piast[vii], Meyerhold’un yanına oturmuştu. Önce bir sahneyi sessizce okudular. Piast iambic pentameter tekniğini titizlikle çözümledi ve Meyerhold, gözlüklerini takıp, metni kitaptan takip etti. Sahnede rol alanlar arasında Boyar[1] Puşkin[viii] rolünü çalışan L.N. Sverdlin[ix] de vardı. Rolün niye özellikle ona verildiği belli değildi. Tiyatronun en önemli oyuncularından biriydi. Orman’da (The Forest) Akaşka’yı, Prelüd’de (Prelude)[x] Hugo Nunbach’ı harika oynamış ve filmlerde sıklıkla ve başarıyla görünmüştü; oysa Puşkin rolü epey önemsizdi. Bir monoloğu vardı ancak önemli bir monolog sayılmazdı.

Prova huzurlu bir şekilde seyrediyordu. Oyuncular sahneyi bir kez baştan sona okumuşlardı. Piast tüm hataları çözümlemişti. Bir kez daha okudular. Meyerhold söz aldı. “Boyar temsilleri”nden nefret ettiğini söyledi ve oyuncuların içinde kendini daha ilk okumadan itibaren güvende hissettikleri “psikolojik çalılar” hakkında konuştu: “Kendinizi şimdiden sırmalı elbiseler içinde, sakallarla görüyorsunuz.”

Bütün karakterleri gençleştirmenin, o dönemin yaşayan insanlarına samimi gözlerle bakmanın gerektiğini söyledi. “Aracısız Puşkin”den, geleneksel tabakalar ve Puşkin araştırmacıları olmadan, sanki ilk defa okunmuş olan Puşkin’den bahsetti.


“Bu oyundaki tüm insanlar savaşçı, sakallı ve kürklü kâtipler değiller. Her biri atından henüz inmiş.” Aniden asistanına dönerek, yazmasını buyurdu: ”Bir binicilik okulunda tüm kumpanya için her gün ata binme dersi ayarla. Yoksa Boris’i oynamayı başaramayacağız!”

Asistan not eder gibi göründü. Bunun üstadın her zamanki mübalağalı ifadelerinden biri olduğunu düşündü, ama kim bilebilirdi? Oyuncular arasında bir canlılık oluştu. Ata binme! Sırada ne vardı?

Ne var ki, gerçekten bir mübalağaysa bile, çok canlı bir mübalağa olduğunu itiraf etmek gerekir. Şunu daha ilk provadan duyduk: “Kürklü boyarlar değil, askerler! Atlarından henüz indiler! Hepsi genç!” bunu sıklıkla tekrarladı, ama şimdilik gerçek atlar talep etmedi...

Kesin, canlı, pitoresk detaylarla, Meyerhold coşkulu bir şekilde, kendi tabiriyle “sahne düzenini geliştirdi”, yani, tüm sahneyi bizle ilişkilendirdi; az önce okuduğumuz aynı sahneyi. Ama bu gerçekten o sahne miydi?

Boris’ten nefret eden ve ona karşı çıkan boyarlar Shuiski’nin evinde toplanmış. İçiyorlar çünkü böylesi daha güvenli. Boris’in ajanları âlemcileri o kadar dikkatle gözlemezler. Kadehler tokuşturuluyor, maşrapa elden ele dolaşıyor. Genel bir uğultu, gürültü, münakaşalar. Basık oda yarı-karanlık. Köşede, bir banka kıvrılmış, altın-saçlı bir çocuk uyuyor. Çocuk aniden yandan dürtülüyor. Çarın sağlığına bir dua okumalıdır. Boris duasız tek bir toplantıya izin vermemektedir. Kurnaz Shuiski, misafirlerinin Çar hakkında ne isterse söylemelerine izin verir, lakin duacı çocuk daima hazırdır. Çocuk uğultunun içinde alto tonun sınırında, uyku sersemi ama bir pınar kadar safça duayı okumaya başlar. Boyarlar ilkin ona kulak vermezler. Hepsi sarhoş ve heyecanlıdır. Ama gitgide gürültü azalır. Bu saf, genç bir sesin büyüsüdür. Artık, bir dere gibi çağlayan bu billur ses dışında, tamamen sükunet hakimdir. Biri ıstavroz çıkarır. Sarhoşluk herkesi hareketsizleştirir. Misafirler teker teker dağılır. Shuiski ve Puşkin kalır, Puşkin sıkıntılı, heyecanlı ve üzgündür...

Bu tablo Puşkin’in otuz dört repliği sırasında oynanmalıdır. Bu mümkün müdür? Mümkün olacaktır, Meyerhold öyle gördüğüne göre.

Shuisky ve Puşkin arasındaki sahne karışıktı, zordu. Burada, her cümlede eylem çizgisinde bir değişiklik mevcuttu. Yani aslında olan buydu. Bize ise bu, belagatle ilgiliymiş gibi görünmüştü.

Nihayet, Puşkin’in monoloğu... Sverdlin okumaya başlar, ama Meyerhold hemen sözünü keser. “Hayır, hayır, hayır!” Bu katıksız Mamont Dalski[xi]

Sverdlin şaşkınca bakmaktadır.

“Görüyorsunuz, bütün roller, Boris ve diğerleri, kumpanyamızın üyeleri arasında paylaştırıldı ama bu rol için Mamont Dalski’ye, onun coşkusuna, uçuşlarına, çılgınlığına ihtiyacımız var! Bu bir misafir sanatçıya uygun bir rol! İnsanlar, özellikle bu sahne için bu eseri seyretmeye tekrar tekrar gelmeli. Başka şehirlerden gelenler olmalı! Anlıyor musun, Sverdlin?”

Ve işte gerçek Puşkin aslında budur!

Sverdlin şaşkına dönmüştür. “Mamont Dalsky”, tabii ki, V.E.’nin yeni bir mübalağasıdır, ama Meyerhold’un istediği parlaklıktaki coşkuyu ve tutkuları birdenbire nasıl yakalayacaktır.

Ama Meyerhold bunun hemen olması konusunda ısrar etmez... Herkes gibi, o da Sverdlin’in çabucak alev almadığını, ama aldı mı da kuvvetle ve hararetle yandığını bilmektedir. Hugo Nunbach sahnesinin çılgınca alkışla bitmesi boşuna değildi. O zaman da Meyerhold’un gayesini gerçekleştirmek, mükemmel demonstrasyonlarını tekrarlamak inanılmayacak kadar zor görünmüştü.

Meyerhold, monoloğun alt metnini, nasıl aktığını, hangi kayaların üstünden hızla döküldüğünü çok açık ve kesin bir şekilde açıklar. Ve bizzat okumaya başlar, başlangıçta kitaptan ve gözlüğü gözünde. Sonra gözlüğü düşer artık kitaba bakmamaktadır, biri ona sufle vermektedir. Sonra tüm metin sona erer (sadece otuz dört replik vardır) ve Meyerhold, şimdi replikleri tam olarak beşli ölçüde (iambic pentameterde) doğaçlayıp, Mamont Dalsky olsa bu sahneyi nasıl oynardı, onu gösteriyor.

Harika! Evet, bu mükemmellik!

Ama o durmuyor. Oynamaya, “beşli ölçüde”doğaçlamaya devam ediyor. Masadan bir bardağı düşürüyor ve kimse onu yerden almaya cesaret edemiyor...

Nefesimizi tutarak, bu harika doğaçlamayı izliyoruz... Ve doğaçlama sürüyor. O çoktan masanın üzerinde. Oraya zıpladığını farketmemiştik bile.

Bu Meyerhold mu? Yoksa Mamont Dalski mi?

Hayır, bu çıldırmış, sarhoş, vahşi Afanasi Mihayloviç Puşkin, yarası, acısı, ve Çar Boris’e, hayır Borka Godunov’a, o zorbaya, o haine yönelik kontrol edilemez öfkesiyle, bir 17. yy. insanı...
Sverdlin’e bakıyorum. Beti benzi atmış. Zinaida Raikh’a [Meyerhold’un eşine] bakıyorum. Göz göze geliyoruz. Gözlerinden değer verdiği biri için duyduğu endişe okunuyor. Bu imkânsız! Ne de olsa, altmışını aşmış durumda. Ne taşkın bir yaratılış! Ne hiddetli tutkular! Ne çılgınlık! Ve hala sürüyor... Neredeyse korkunç.

Ve ansızın duruyor, masadan rahatça atlıyor ve Sverdlin’e dönüyor: “Anlaşıldı mı?”

Herkes suskun. Az önce gördüğümüz şey hayatta bir kere görülebilirdi. Herkes kımıldamaya korkuyor. Ancak uzun bir duraklamadan sonra bir alkış kopuyor.

Meyerhold çantasını masadan alıyor ve sükûnetle duyuruyor: “On dakika ara!” Gömleğini değiştirmek üzere çıkıyor. Üstündeki tamamen ıslanmış.

On dakika sonra prova tekrar başlıyor.

Bu olağanüstü provayı betimleyebildim mi bilmiyorum, ama bendeki hatırası tiyatroda deneyimlediğim en derin coşkularla eşdeğerde.



Sverdlin bu “demonstrasyon”u tekrarlayabilir miydi ve bu demonstrasyon aslında, tekrar edilmek zorunda mıydı?
Meyerhold’un kuşkusuz uygun 150 tane doğaçlamasına karşın, Puşkin’in monologunda 34 replik var. Kendisi bir “tekerrür” istemezdi. Ama bize karakterin hissini, onun duygusal ufkunu ve sınırını verdi. Tüm bunların sadece dörtte biri performansta yer bulabilirdi ve belki bu dörtte bir bile fazla olurdu.

Meyerhold demonstrasyonu budur.











[1] Rusya’nın Transilvanya bölgesinde soylulara verilen ad.
[i] Igor Vladimiroviç Ilinski (1901-1987). Ilinski Meyerhold’un kumpanyasına 1920’de dahil oldu ve 1925’ten 1927’ye kadar süren kısa dönem istisna olmak üzere, 1938’de tiyatro kapanana değin Meyerhold’la kaldı. Büyük rolleri Crommelynck’in Deyyus’unda (The Magnificent Cuckold) (1922) Bruno, Ostrovski’nin Orman’ında (The Forest) (1924) Schastlivtsev, ve Mayakovski’nin Tahtakurusu’nda(The Bedbug) (1928) Prisipkin’i içerir. 1938’te, hem oyuncu hem de yönetmen olarak çalıştığı Mali Tiyatrosu’na katıldı. Ilinski aynı zamanda 1920’lerde ve 1930’larda çok gözde bir film komedyeniydi.


[ii]Çehov’un doğumunun 75. yıldönümü için Meyerhold, 33 Bayılma başlığı altında üç vodvil(Jübile, Ayı, ve Bir Evlenme Teklifi) sahnelemişti (25 Mart 1935). Başlık, Meyerhold’un hesaplamalarına göre, üç vodvilde bir karakterin bayıldığı 33 duruma dayanmıştır. Meyerhold’un en iyi çalışmlarından biri olmasa da, Meyerhold Tiyatrosunda prömiyeri yapılan son çalışmadır.

[iii]Antonina Yakovlevna Atyasova (1903-197?). Meyerhold kumpanyasındaki Atyasova gibi minör(ikinci derece) aktrislere çok değer biçerdi. Onlara karşı olağanüstü düşünceli ve sabırlıydı. Karşılığında, onlar Meyerhold’a büyük saygı gösterirdi; onlar için hayatlarındaki merkezi şahsiyetti.

[iv] Meyerhold Dumas’ın fils oyununu Marguerite Gautier rolünü oynayan karısı Zinaida Raikh’a, hediye olarak sahnelemişti. Meyerhold’un 1930’lardaki en başarılı dramatik yapımlarından biriydi, galası 19 Mart 1934’te oldu.


[v]Nikolay Konstantinoviç Mologin (gerçek ismi Moçulski; 1892-1951). Mologin Meyerhold’un Stüdyosu’na aralık 1921’de katıldı. Bir dizi Meyerhold prodüksiyonunda görülmesinin yanı sıra Mologin, galası 7 Aralık 1930’da yapılan D.S.E (Give Us Soviet Europe!) adını taşıyan, D.E.’nin güncelleştirilmiş bir uyarlamasının yazarıydı. Meyerhold, 1936 nisanında onun prodüsiyonu Müfettiş’in yeniden oynanması üstüne çalıştı.

[vi]Meyerhold, Alexander Puşkin’in Boris Godunov’unu sahnelemek üstüne düşünmeye ilk kez 1918-1919’da başladı. 1925-26’da Vakhtangov Tiyatro Stüdyosu’nda bir prodüksiyon için oyun üstüne çalışmaya başladı. On yıl sonra Puşkin’in trajedisini kendi tiyatrosunda sahnelemeye karar verdi. Nisan 1936’daki okumanın ardından Meyerhold, yılın geri kalanında prodüksiyonu kesintili olarak prova etti. Bir Sovyet oyununu sahneleme baskısı, Meyerhold’u Boris üzerine olan çalışmasını iptal etmeye zorladı.

[vii] Vladimir Alekseeviç Piast (gerçek ismi Pestovski; 1886-1940) şair ve çevirmen. Alexander Blok’un bir dostu, Meyerhold’un devrim öncesi St. Petersburg’unda tanıdığı yazarlar ve sanatçılar grubunun parçasıydı.


[viii] Puşkin, uzak bir akrabasını, Affanasi Mihayloviç Puşkin’i, bu sahneye koymuştu. Ama bu karakterin tarihsel bir gerçekliği yoktur.


[ix] Lev Naumoviç Sverdlin (1901-1969), oyuncu ve Meyerhold Tiyatrosu’nda biyomekanik öğretmeni. Tiyatro’nun 1938’de kapanmasını takiben Sverdlin önce Vakthangov Tiyatrosu’nda ve sonra Mayakovski Tiyatrosu’nda çalıştı.

[x] Yuri Pavloviç German (1910-1967) tarafından aynı isimli kendi romanının oyunlaştırılması. Galası 28 Ocak 1933’te yapılan oyun, Meyerhold Tiyatrosu’nda seyirciye sunulan son Sovyet eseriydi.

[xi] Mamont Viktoroviç Dalski (gerçek ismi Neelov; 1865-1918). Az çok frapan oyunculuk tarzına sahip yakışıklı oyuncu Dalski daha çok Alexandrinski Tiyatrosu’nda 1890’dan kovulduğu 1910’a kadarki performanslarıyla tanınırdı. Dalski ile oyunculuk eğitimi alan Chaliapin, onu Rusların Kean’i olarak selamlardı. Meyerhold oyuncularıyla konuşmalarında sık sık ona atıfta bulunurdu.