30 Aralık 2010 Perşembe

"YEDİ KAPILI THEBAİ" – ÖKM SAHNESİ


Birkaç gün önce ÖKM Sahnesi’nin hazırladığı Yedi Kapılı Thebai adlı çalışmayı izleme fırsatı buldum. Öncelikle söylenmesi gereken, bu çalışmanın ÖKM Sahnesi’nin daha önceki yıllardaki çalışmaları İki Seyirli Oyun (2003-2004) ve Mehmet’in Hikayesi (2005-2006) gibi metin yazma çalışmalarının bir devamı niteliğinde değerlendirilebileceğidir. ÖKM Sahnesi’nin tarihinde daha eskilere gidildiğinde de yine benzer çalışma örneklerine, en azından metne dramaturjik müdahalelerde bulunulduğu, oyunlara ek sahneler yazıldığı çalışma örneklerine rastlanabilir (Cimri’nin Uşakları, Don Cristobita vb. gibi). Özgün metinler üretme, kolaj ve uyarlama gibi çalışmaların üniversite tiyatrolarının özellikle tercih etmesi gereken yollardan biri olduğu kanısındayım. Genellikle üniversite tiyatro kulüplerinde oyunculuk, ses ve beden çalışmaları ile kuramsal okumalara belirli bir önem verildiğini biliyorum. Fakat oyun yazma ya da özgün tasarımlar yaratma konusunda tiyatro kulüplerinin aynı motivasyonu bulduklarını söyleyemeyiz. ÖKM Sahnesi’nin son zamanlardaki çalışmaları bu yönde bir isteğin ve motivasyonun varlığını bize gösteriyor. Bu eğilimin daha fazla önemsenmesi gerektiğini düşünmüyorum.

Yedi Kapılı Thebai, başlı başına grubun ürettiği bir metin değil. Oluşturulan metnin ana gövdesini Sofokles’in Antigone’si oluşturuyor. Metne yeni koral kısımlar eklenerek “savaş teması” ön plana çıkarılmaya çalışılmış. Grup, oyun broşüründe bunun nedenini şöyle açıklıyor:

“Üç ayrı Antigone metni (Sofokles, Bertolt Brecht ve Anouilh) üzerinden çalışmalarımızı sürdürürken metin okumalarımızın temel dayanak noktasının savaş ve savaşın yıkıcılığı karşısında halkın ezilmişliği başlığıyla tanımlandığını gördük. Bu anlamda Antigone’nin hikayesini yedilerin savaşından alarak, değişen durumlar ve olaylar karşısında tarihin değişmez olan arka planını yıkıcılığını ve sömürücülüğünü Antigone’nin hikayesine sadık kalarak tartışılabilir hale getirmeye çalıştık. “

Bu alıntıdan birkaç noktayı anlamak mümkün. İlk olarak grubun, karşılaştırmalı bir Antigone okuması yaptığını, farklı zamanlara ve tarihlere ait bu metinlerde ortak temanın “savaş” olduğuna ve savaşın esas olarak vurduğu “halkların” perspektifinden hikayeyi anlatmanın daha doğru olacağına kanaat getirdiklerini görüyoruz. Diğer taraftan bu okuma biçimleri klasik dramaturji çalışması düzeyinde kalmıyor; yani söz konusu perspektif bir reji buluşuyla çözülmek yerine, grubu yeni bir metin yazma işine sürüklüyor. Böylece Sofokles’in Antigone metnindeki kanava üzerinde ilerleyen ve ağırlıklı olarak da aynı metinden beslenen, yer yer özgün ve güncel sözlerle ve başka yazar ve metinlerden eklemelerle desteklenen bütünlüklü bir çalışma çıkıyor karşımıza.

Her ne kadar tamamlanmış bir bütün oluştursa da söz konusu metin ve yapılan dramaturjide zayıf ve / veya tartışmalı bulduğum birkaç noktayı belirtmek istiyorum. Metinde özellikle “yöneticiler” diyebileceğimiz karakterlerin / tiplerin, çelişkileriyle birlikte ve çevreleriyle kurdukları ilişki içerisinde çok yönlü, zengin karakterler olarak değil de tek boyutlu olarak resmedildiklerini, bunun da kaba bir didaktizme yol açtığını söylememiz gerekiyor. Hitap ettikleri hedef kitleleri öğrenciler, üniversite öğrencileri de olsa, üniversite tiyatrolarının –özellikle de kendi oluşturdukları metinlerde- didaktizm konusunda çok daha uyanık ve hassas olmaları gerekiyor. Didaktizmin tuzağından ancak yaratıcılıkla kurtulabiliriz diye düşünüyorum; çünkü didaktizm bir şeyi daha sanatlı, daha estetik bir şekilde söyleyebilecek / gösterebilecekken bundan feragat edildiği anlarda karşımıza çıkar. Vereceğimiz mesajın doğru anlaşılmasını istemek, sanatsal bakımdan risk almaktan daha kolay gelebilir bazen bize. İşte didaktizm, tuzağını tam da bu anlarda kurar ve biz sanatsal bakımdan daha yaratıcı olabilme ihtimalini, düşünsel bakımdan daha “net ve anlaşılır” olmaya tercih ediveririz.

Metinde bahsi geçen karakterlerin tek boyutlu kalması, yapılan dramaturjinin keskin hatlara sahip olmasından kaynaklanıyor kanımca. Metin, sahnede somut bir şekilde de görebildiğimiz gibi iki zıt aktörün, yöneticiler ile yönetilenlerin çatışması üzerine inşa edilmiş. Her iki tarafın da temsil ettiği değerler ve nitelikler birbirlerine zıtlık oluşturacak şekilde sunuluyor. Bu motifi Antigone ile Kreon arasındaki ilişkide daha açık bir şekilde gözlemlemek mümkün: iyilik ve sevgi dolu Antigone, kötü ve ceberut diktatör Kreon’a karşıdır. Dünyanın ikiye bölünmüş, birbirine karşıt değerleri iki kahraman arasında paylaştırılır. Bu çok yaygın Antigone okumasının, tragedyalara “romantik bakış”tan kaynaklandığını düşünüyorum. Romantiktir çünkü bu türden ayrımlar hakikati yansıtmamaktadır. Bu okuma biçiminin de baş müsebbibinin Hegel olduğunu düşünüyorum. Hegel, özellikle Tinin Fenomenolojisi’nde Antigone’yi anaerkinin, aile yasasının, soya-kana dayalı bir aşiret geleneğinin temsilcisi olarak görürken Kreon’un da evrensellik iddiası taşıyan bir devlet otoritesi ve düzenini sembolize ettiğini söyler. Dolayısıyla oyun Hegel’e göre aile (aşiret) ile devletin çatışması şeklinde okunur. Hegel’in birbirine zıt iki farklı gücün çatışması şeklinde değerlendirmesi benim konvansiyonel dediğim bir yorumlama anlayışının başlangıcı olmuş ve bu okuma biçimlerinde de çoğu zaman yukarıda bahsettiğimiz romantizm ağır basmıştır.

Konvansiyonel yorumlamaya göre bu çatışmada Antigone mutlak olarak haklı, Kreon ise tamamen haksızdır. Bazen Kreon’un başlangıçta iyi bir yönetici olduğu ama sonradan despotlaştığı belirtilse de, son kertede, kendisine masum bir kızın yıkımına neden olmuş biri gözüyle bakılır. (Bu türden yorumlar için Schlegel, Jebb, Reinhardt, Diller, Else, Kamerbeek gibi isimlere bakılabilir) Pek çok düşünür ve yazarın benzer bir şekilde Antigone’yi “sivil bir isyancı”, bireysel bir “başkaldırıcı”, politik bir vatandaş ve feminist hareketin öncüsü olarak yorumladığı da görülmektedir. (Simone Weil’den Virginia Woolf’a, Louis MacNeice’den Marguerite Yourcenar ve Jean Anouilh’e) Ülkemizde de bu tarz bir okuma eğiliminin güçlü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Örneğin Antigone’nin Mitos-Boyut Yayınevi’nden basılmış çevirisinin arka kapak yazısında oyunun kahramanı Antigone’nin “Kreon’un “ceberut” devlet anlayışına başkaldırdığını” ve onun bir “insan hakları” ve “özgürlük” savunucusu olduğu belirtilir. Aynı kitabın önsözünde, çevirmen Güngör Dilmen, Antigone’nin “kişiliğinde bir zaaf görülemediğini”, onun oyun boyunca “hiç pişmanlık duymadan”, “konumunu değiştirmeden” ilerlediğini söyledikten sonra Kreon’u Antigone’nin “tam karşıtı” olarak tanımlar.

Oysaki tragedyalarda, “trajik çatışma” dediğimiz şey kahramanların temsil ettikleri değerlerin birbirlerine “tam karşıt” olmasından değil bilakis olamamasından kaynaklanır. Başka bir deyişle yaşanan durum tam anlamıyla bir “temsil krizi”dir[1]; yani kahramanlar taşıdıkları değerleri (aynı zamanda kendilerine atfedilen nitelikleri) taşıyamaz olurlar. Evet Antigone ile Kreon çatışırlar, uzlaşmaz görünen bir kavganın içine düşerler fakat burada trajik bir taraf yoktur; bu çatışmayı trajik yapan her iki tarafın da temsil kabiliyetini yitirmeleri, farklılıklarını kaybetmeleri ve birbirlerine benzemeleridir.

Antigone’nin ısrarla kardeşini gömme isteği, onun kan bağı ve aile sevgisinin temsilcisi olarak okunmasına yol açıyordu. Oysa bizatihi kendisi bir ensestin çocuğu olmasına rağmen (babası aynı zamanda onun kardeşidir; bkz. Kral Oidipus) normatif akrabalık ilişkilerinin bir temsilcisi olarak tanımlanması ne derece doğrudur? Diğer taraftan aile bağlarını ve aileye yaptığı bütün vurgulara rağmen Antigone’nin nişanlısı Haimon’la evlenmeyi reddederek ölüm konusundaki inatçılığını ve buradaki çelişik durumu da görmemiz gerekmektedir. Başka bir deyişle Antigone bir yandan aile ve kan bağlarını yüceltirken bir “aile” kurmayı reddetmektedir. Diğer taraftan 905 ve 920. satırlar arasında kardeşi dışında başka hiçbir aile ferdine bu derece bağlılık göstermeyeceğini de ima eder. J. Butler bu çelişkiyi şöyle vurgular:

Antigone’nin burada akrabalığın kutsallığını temsil ettiği pek söylenemez; çünkü yasayı her akrabası için değil, ağabeyi için ya da en azından ağabeyi adına ihlal etmeye hazırdır. […] bir yasa adına edimde bulunduğunu iddia etmesine karşın görünüşe bakılırsa Antigone’nin yasası yalnızca tek bir uygulama içindir. […] anlık bir yasadır, yani genelliğe ve uygulanabilirliğe sahip değildir, uygulandığı koşullara saplanıp kalmıştır[…] bu nedenle yasanın bildik, genelleştirilebilir anlamına göre yasa da değildir.[2]

Diğer taraftan Kreon’un yasası genelleştirilebilir ve soyut olmak isteyen devletin yasası olarak görülüyordu. Bu, bir açıdan doğrudur çünkü “cesedin açıktan bırakılması”, Antik Yunan’da vatan hainliğinin cezası olarak uygulanagelen bir işlemdir. Bu gelenek düşman askerlerine değil, yalnızca vatan hainlerine uygulanmaktadır. Dolayısıyla oyundaki bu uygulama Kreon’un “keyfi” bir yasası olarak değerlendirilemez. Kendisini aşan bir devlet geleneği söz konusudur. Fakat diğer taraftan “devlet” lehine “aile”yi ihmal etmesi de Kreon’un çelişkilerindendir. Kadim devlet geleneği olarak cesedi açıkta bırakma cezasını uygulamaya yeltenirken yine kadim bir aile-aşiret geleneğini yerle bir eder. Çünkü ölüleri gömme işi devletin değil ailenin sorumluluğundadır. Buradaki kritik nokta, Hegel’in de işaret ettiği gibi, Devletin yetki alanı ile Aşiretin (ailenin) özgürlük alanlarının çatışmasıdır. Antigone tragedyası bu noktada şu soruyu sorar: Devlet hem yaşayanlar hem de ölüler üzerinde söz sahibi olabilir mi?

Kreon’un temsil konusundaki bir diğer çelişkisi de onun bir “baba” ve “dayı” olarak sorumluluklarını ihmal etmesidir. Çıkardığı bu yasa ile hem yeğeninin hem de oğlunun ölüme sürüklenmesine sebep olur. Her ne kadar kendi yönetiminde yakınlarını kayırmayacağını ve bunun da evrensel yasalara dayanan bir devlet olmanın temel koşulu olarak koysa da çıkardığı yasağın bizatihi kendisi, yakın akrabalara bir gözdağı vermekten öte bir şey de değildir. Kısaca Hem Antigone hem de Kreon, biri ailenin öteki devletin temsilcisi olarak adlandırılamayacak kadar zaaflar taşır. Her iki taraf da aynı anda hem aileyi hem de devleti ihmal ederler ve bunu da paradoksal bir şekilde biri aileyi öteki de devleti savunurken gerçekleştirirler.

Şüphesiz daha pek çok nokta tartışma konusu yapılabilir. Buradaki maksadım tragedyaların, özellikle de Antik Yunan tragedyalarının çok sorunlu, soru işaretleriyle dolu metinler olduklarını ve “trajik olanın” da “cevaplardan” değil bilakis “sorulardan” beslendiğini vurgulamaktı. Yedi Kapılı Thebai oyunundaki dramaturjik tutuma dönecek olursak, son kertede, oyun metninde bu türden soruların eksik kaldığını, dramaturji çalışmalarında benzeri sorular sorulmuşsa da sahnelemede bunların görselleşemediğini düşünüyorum. “Görselleşememe”nin en büyük nedenlerinden biri sanırım “yöneticileri” oynayan oyuncuların üsluplarını daha çok stilizasyona dayandırmalarından kaynaklanıyor. Stilizasyonun tehlikeli olabilecek yanı, taklit edilecek objenin/ karakterin klişe özelliklerinde sıkışıp kalınabilmesidir. Bir eylemin, karakterin en belirgin özelliklerini gösterme üslubu çoğu zaman stereotiplerde takılarak karakterdeki / eylemdeki çelişkileri ve çeşitliliği görmezden gelebilmektedir. Burada, oyunculuktaki stilizasyonun değil de dramaturjideki “stilizasyon”un bu “tek boyutluluk” sorununa yol açtığını düşünülebilir. Yani yönetici karakterleri/ tipleri halihazırda tek boyutlu olarak ele alındığı için bu rolleri oynayan oyunculuların stilizasyonu da klişelere düşmekten kurtulamamış olabilir.

Diğer taraftan oyundaki kadınlar korosu ya da halk diye isimlendirebileceğimiz sahnelerde oyunculuk üslubu bakımından çeşitlilik ve farklılaşma gözlemlenebiliyor. Bu koral sahnelerde koreografik düzenlemeler ve oyunculuklar salt stilizasyonla sınırlı kalmamış, Meyerhold’dan ve günümüz yönetmenlerinden Terzopoulos’tan izler görebiliyor. Üsluptaki bu çeşitlilik özellikle de stilizasyonun kullanılmaması trajik etkiyi sağlayabildiği gibi estetik olarak da bir zenginlik sağlıyor.

Son kertede Yedi Kapılı Thebai, gerek oyunculuk üslubu gerekse dramaturji anlayışı bakımından yer yer eksik/ tartışmalı yönler barındırsa da grubun özgün metin oluşturma ve oyunculukta farklı üsluplar deneme çabalarını takdir etmek gerekiyor. Umarım bu yöndeki çabalar bundan sonraki oyunlarda da artarak devam eder.

Oğuz ARICI – 27 Aralık 2010


[1] “Temsil krizi” ifadesi J. Butler’a aittir. Sevda Şener bunu tragedyalarda “değer yargılarının sınava çekilmesi” olarak adlandırır. Tek başına iyi ve haklı olabilen bir değer başka bir değer karşısına çıkarıldığında niteliği sorgulanmaya başlar. Yunan tragedyalarının yapmak istediği tam da budur.

[2] Butler, Judith, Antigone’nin İddiası: Yaşam ile Ölümün Akrabalığı, Çev: Ahmet Ergenç, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Mart 2007, s. 23

"Hiç Niyetim Yoktu" - Bilgi Sahnesi

Reşat Nuri Güntekin, bilindiği gibi Yaprak Dökümü adlı romanından bir oyun uyarlamış ve ardından Romandan Piyes Çıkarmak başlıklı üç makale kaleme alarak bu süreci ayrıntılarıyla anlatmıştır. 1944 tarihli bu makalelerde, romandan oyun yapmanın başlangıçta kendisine çok kolay göründüğünü, “vakanın, şahısların hatta diyalogların” bile hazır olduğunu düşündüğü fakat işe başladıktan sonra meselenin hiç de düşündüğü gibi olmadığını söyler:

“…şimdi sizden istenen iş (…) yeni bir yapı kurmaktır. Bu yapı hem [uyarlanan romana] benzemek hem de ayrı bir mimarinin kaidelerine, romandan büsbütün başka bir şey olan tiyatro mimarisine uymak zorundadır.

[…] Gerçi öteki mimari gibi tiyatro mimarisinde de usul çoktur. Fakat öteden beri bunların en makbul sayılanı, teşbihsiz anlatamayacağım, ehram [piramit] biçiminde olan yapıdır. Mevzu bir ehram gibi yerden derece derece yükselerek doruğa çıkacak, sonra tekrar aşağı inecektir.”[1]

Yazının yazıldığı tarihlerden bu yana Türkiye’de tiyatro Güntekin’in bahsettiğinden çok farklı mimarilerle de oyun kurabilmeyi denedi, deniyor. Artık eskisi gibi bir oyunun yapısının “piramit yapısına” uygun kurulmasını bekleyemeyiz; fakat Güntekin’in sözlerinde, bugün bizim için hala geçerli noktalar var. Birincisi roman ve tiyatronun iki farklı “mimariye” sahip olduğu gerçeğinin kaydının düşülmesi; ikincisi ise bu “mimariler arasındaki geçişin” çok hassas dengelere dayandığıdır. Güntekin, makale dizisini şu sözlerle bitiriyor:

“Anlatmak istediğim şey şudur ki roman ile tiyatro ayrı ayrı şeylerdir, her birinin ayrı ayrı meseleleri vardır ve asıl ehemmiyetlisi romandan piyes çıkarmak yeni bir piyes kazanmaktan daha güçtür.” [2]

“Mimariler arası geçiş” meselesi, gerçekten de hassas bir konudur. Tiyatroya çevirmeye çalıştığınız formu ya yeniden kurarsınız (reconstruction) ya da onu tamamen çözüp başka türlü kurarsınız (deconstruction).

Geçen hafta izlediğim Hiç Niyetim Yoktu adlı oyun bana, romandan ya da öyküden yapılabilecek bir uyarlamada deconstruction yerine reconstruction yapılınca ne türden problemlerle karşılaşabileceğimize dair bazı fikirler veriyordu.

…..

Bilgi Sahnesi’nin geçen sezonun sonunda ilk gösterimini yaptığı Hiç Niyetim Yoktu, Fatih Özgüven’in aynı adlı anlatı kitabındaki üç hikayeden oluşan tek kişilik bir gösteri.

Oyunda sunulan üç öykünün birbirleriyle ilişkisi oldukça zayıf; dramaturjik bir müdahale yapılarak –belki belirli yerlere metin eklemeleri yapılarak- bu sorun giderilebilir. Diğer taraftan anlatıların her birinin de tek başlarına fazla bir derinliklerinin olduğu söylenemez.

İlk anlatı –kitapta, yanlış hatırlamıyorsam, Gizli Nağme adını taşıyordu- “oryantalizm” ve “batı hayranlığı” konularında gezinen bir öykü. Anlatıcı ile Frenk arasındaki ilişkilerden, Frenk’in İstanbul ve Doğu hayranlığını ve Anlatıcı’nın bu durum karşısındaki çelişik duygularını gözlemleriz. Anlatıcı bir vesileyle tanıştığı Frenk’i Eyüp’teki bir arkadaşının evinde misafir eder. Böylece aralarında yakın bir ilişki başlar. Bu ilişkide batılılaşma, Avrupa hayranlığı ve bu duyguların reddi arasında gidip gelen Anlatıcı’nın komik durumlarına odaklanırız. Anlatıcının bu duygularına paralel olarak Frenk’in oryantalizmi de olayların komikleşmesine hizmet eder. Örneğin hikayenin sonunda Frenk’in “gizli nağme” diye adlandırdığı ve hayranlık duyduğu melodinin Aygaz cıngılı olduğu anlaşılır vs. Bu ilk hikayede, Anlatıcı’nın batılılaşmış bir doğulu olarak yaşadığı “çelişik duyguların” kısa kısa geçildiğini söylememiz gerekiyor.

İkinci hikaye ise ilkine göre daha spesifik bir alana yoğunlaşıyor: Burada Anlatıcı’nın hayatın küçük ayrıntılarına takıldığını görüyoruz. Bu kez ilişkide olduğu yabancı, bir Alman’dır ve Anlatıcı ona aklından geçen bazı küçük ayrıntıları aktaramamanın sancısını duyar. Çünkü anlatıcının takıldığı ayrıntılar (Pop şarkıcısı Baha’nın meşhur olma serüveni, albümündeki fotoğraf, albüm kapağındaki şarkı sözlerinin yanlış yazılması, sözlerdeki gariplik vs. gibi ayrıntılar) fazlasıyla “yerli”dir; yabancı dile “çevrilemezler” vs.

Üçüncü hikayede (Regal Dönemi) spesifikleşmenin devam ettiğini görüyoruz. Bu kez Anlatıcı’nın takıldığı ayrıntılar Ajda Pekkan’ın şarkı sözlerindeki anlamsızlıklar, dilbilgisi ve vurgu hataları olur. Anlatıcı’nın bir zamanlar hayranlıkla dinlediği ve hiç sorgulamadığı şarkıcının şarkı sözleri bugün artık kendisine “saçma” gelmektedir.

Fatih Özgüven’in Hiç Niyetim Yoktu adlı kitabı, Avrupa Hikayeleri alt başlığını taşıyor. Oyunda tercih edilen ve yukarıda özetlemeye çalıştığım hikayelere baktığımızda da bir “Avrupa” meselesinin izlerini görmek mümkün. Fakat hikayelerin bu konuda fazla derinleşemediğini ve meselenin tam olarak açılamadığını düşünüyorum. Özellikle ilk hikayede bu konuda oluştuğunu düşünebileceğimiz görece derinlikli yapı 2. ve 3. hikayelerde ya hiç yoktu ya da çok silik bir şekilde bulunuyordu. Birinci hikaye ile ikincisi arasında “bir yabancıyla diyalog” motifi bir miktar ortaklık hissi uyandırsa da ikinci öykü, söz konusu “Avrupa” meselesinde bir derinleşme sağlamaktan uzaktı.

Oyunda her bir hikayenin ardından verilen kısa aralar ile her anlatıdaki farklı kostüm kullanımları bana, rejinin, bu üç hikayeyi bir bütünlük içerisinde değil de tek tek, bağımsız hikayeler olarak ele almayı daha doğru bulduğunu düşündürttü. Fakat Anlatıcı’nın dilindeki –yazardan kaynaklanan- sabit tonlama ve üslup bu farklı hikayeleri tek bir ana hikayenin farklı epizotlarıymış gibi algılanmamıza yol açtı.

Özgüven’in üslubunun farklı bir soruna daha yol açtığı kanısındayım. Kullandığı üslup, “üst perdeden” ve “bilgiç” bir ton barındırıyor. Özellikle metindeki Anlatıcı’nın kendinden emin tavırları, oyunda bu anlatıcıya yönelik eleştirel bir tutum takınmamızı engelliyor. Özellikle tek kişilik bir gösteride bu türden bir üslup, eğer oyunculukta da buna ilişkin çözümler bulunamazsa izleyiciyle çok sorunlu bir ilişkiye neden olabilecektir. Özgüven’in dili samimidir, okurla –tabiri caizse- kısa sürede “senli benli” olur. Fakat okur olarak yazarın sizinle kurduğu bu ilişkiyi bir derece yönlendirmek sizin elinizdedir; yani son kertede onu kendi iç sesinizle okur ve anlatıcıyı kendinize dönüştürebilirsiniz. Fakat bu hikayeler sahnede bir oyuncu tarafından oynanmaya başlandığında aynı kontrolü sağlamak kolay değildir. Burada oyuncunun metindeki “kendinden emin” tavırla ve Anlatıcının “kendisinden ziyade çevresini eleştiren” haliyle hesaplaşması gerekiyor. Aslına bakılırsa bu tek başına, oyunculukla halledilebilecek bir mesele değilmiş gibi görünüyor bana. Başta da söylediğim gibi metne müdahalede bulunma ve belki birçok yere eklemeler yapmayı da içine alan bir dramaturji gerekiyor.

...

Hiç Niyetim Yoktu, özetle, metinden kaynaklı bazı problemler sahnede çözülememiş olsa da tiyatro dışı bir metnin sahneye aktarılması bağlamında ilginç bir deneme olarak ele alınabilir.

Oğuz ARICI – 29 Aralık 2010

Oyun Künyesi ve Kadro
Metin: Fatih Özgüven
Oynayan ve Metin Düzenleyen: Baran Şaşoğlu
Yöneten ve Metin Düzenleyen: Süreyya Bursa
Reji Danışmanı: Celal Mordeniz




[1] Reşat Nuri Güntekin, Tiyatro İle İlgili Makaleleri, Haz. Kemal Yavuz, MEB, 1976, s. 112,114,117

[2] A.g.e., s. 131