30 Ocak 2010 Cumartesi

HAYALLER, UYDURMALAR, RİVAYETLER…

Hobsbawm ve Anderson’un 1980’lerin başında ortaya attıkları fikirler, toplumların temelini oluşturan yapıları anlamak konusunda önemli anahtarlar, ipuçları veriyorlardı. Eric Hobsbawm, birbiriyle uyumsuzmuş gibi görünen “gelenek” ve “icat” sözcüklerini yan yana getiriyor (The Invention of Tradition) ve toplumlardaki geleneklerin nasıl yapay bir biçimde yaratıldıkları ve topluma benimsetildiklerini tartışıyordu. Hobsbawm, icat ya da yaratma ihtiyacının toplumun değişim dönemlerinde ortaya çıktığını, yeni ihtiyaçlar karşısında tarihsel malzemenin yeniden düzenlenerek kullanıldığını ve bütün bunlar olurken “yeni geleneklerin” köklerinin çok eskiye dayandığı yanılsamasının da üretildiğini belirtiyordu. Benetict Anderson da yine aynı yıllarda yazdığı Hayali Cemiyetler (Imagined Community) kitabında, toplumların bu “icat” projesinin bir parçası olarak nasıl “üretildiklerini” ortaya koyuyordu. Topluma bir biçim vermek, başka bir deyişle toplumu üretebilmek için bir yandan bayraklar, armalar, marşlar, üniformalar vs. gibi ideolojik imgeler tasarlanmakta, bütün bunlar da “hayali kurulan”, olması düşünülen topluma yönelik olarak sunuluyordu. Çok sık verilen bir örnektir: Fes, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, 1832 gibi oldukça geç bir tarihte resmi kıyafet ilan edilmiş olmasına rağmen hem Osmanlı’da “geleneksel” olarak adlandırılabilmiş (“Geleneksel Serpuş”) hem de bütün dünyada “Türklük” sembolü olarak algılanabilmiştir. Nitekim Cumhuriyet kadrosunun da fesi, bir “Osmanlı simgesi” olarak yasaklaması da tesadüf değildir. Ancak başta da belirttiğimiz gibi fesin “gelenek” oluşturabilecek kadar “köklü” bir geçmişi yoktur. Bu “kök” ve “geçmiş”, üretilerek topluma kabul ettirilmiştir.

Benzer bir sürecin toplulukların inşası sırasında da işlediği görülür. Özellikle yeniden bir ulus inşası söz konusu olduğunda… Anderson’un deyimiyle “hayal edilen” topluluğun, tarihinin çok eskilere dayandığı, topluluk üyelerini bir arada tutan köklü kültürel öğelerin bulunduğu gibi yanılsamalar üretilir. Böylece tasavvur ettiğimiz bir ulusun parçası olduğumuz algısına sahip oluruz. Hayalini kurduğumuz cemaatin bir gerçekliğinin olduğunu ve bizim de bu gerçekliğin bir organı olduğumuz yanılgısına kapılırız. Artık “gitmesek de görmesek de” bizim olabilen “köylerimiz” vardır örneğin. Ancak buradaki “biz”in mayası her zaman tutmayabilmektedir.

Yakın zamanda Ferhat Kentel Taraf Gazetesi’ndeki köşesinde toplumlardaki bu tahayyül durumuna değinen “Militan Sadakat” başlıklı bir yazı yazdı. Kentel, Anderson’un “hayali” terimine atıfta bulunarak Albert O. Hirschman’ın kitabından alıntılar yapıyordu. Hirschman, bu hayali durumun bir şekilde deşifre olduğu kriz durumlarından söz ediyor ve bu kriz anlarında bireylerin üç tip tepki verdiğini iddia ediyordu: Terk, muhalefet ve sadakat. Buna göre topluluğun hayali olduğu anlaşıldığında, başka bir deyişle kurulmuş topluluğun “foyası” meydana çıktığında insanlar ya o toplumu terk ediyorlar ya bu tahayyüle baş kaldırıyor ve muhalefet ediyorlar ya da bu hayali büyük bir sadakatle benimsiyor ve hayalin savunuculuğunu yapıyorlardı. Kentel’e göre bunlar arasındaki en tehlikelisi “sadakat”ın seçimiydi. Çünkü var olmayan bir şeyi savunmak, onun “var” olduğunu iddia etmek ister istemez bu insanları militanlaşmaya ve şiddete yöneltiyordu.

Bu düşüncelerin ışığında ülkemize yaşananlara baktığımızda, gözlemlediğimiz çoğu zaman da bizzat deneyimlediğimiz faşist eğilimlerin arka planı daha anlaşılır hale gelebiliyor.

“ŞİMDİKİ ZAMANIN RİVAYETİ”

İTÜ Sahnesi’nin en son gösterisi “Şimdiki Zamanın Rivayeti” bu meseleler etrafında şekilleniyor. Oyun, militarizmin ve milliyetçiliğin hayali bir kurgunun eseri olduğunu ve bu kurgunun da devletin ideolojik aygıtları tarafından beslendiğini çarpıcı bir şekilde vurguluyor. Bu gösteri, daha da özelde, Türkiye’nin yakın tarihini kapsayan bir “zaman” içindeki milliyetçi-militarist söylemin “rivayetini” anlatıyor izleyicisine.

Oyun, geleneksel sahnenin dışında açık alanda ve farklı uzamlar kullanılarak gerçekleştiriliyor. Ben oyunu iki farklı yerde izleme fırsatı buldum: ilki Diyarbakır’da Sümerpark’ın geniş çimleri üzerinde, ikincisi de İTÜ Maslak Kampüsü’nde Kültür Sanat Birliği binasının koridorlarındaydı. Oyun, uzamın niteliğine bağlı olarak farklı biçimler alabiliyor ve farklı etkiler yaratabiliyordu. Diyarbakır’da, akşamın karanlığında ve üzerimizden geçen askeri jet uçaklarının gürültüsü altında militarizm karşıtı bir oyun izlemenin anlamı kabul edilir ki çok farklı olacaktır.

İlk elde söylenmesi gereken, geleneksel sahneden bu türden bir “çıkış”, farklı uzam ve mekan kullanımları, üniversite tiyatrolarında çok sık karşılaştığımız bir uygulama değil. Bu açıdan İTÜ Sahnesi oyuncularının bir risk aldıklarını, bu riskin izleyiciyi başlangıçta şaşırttığını söylemeliyiz. Diğer taraftan oyunun tartışmaya açtığı temaların geleneksel bir form içinde değil de tam da o geleneğe muhalif denebilecek bir biçimde gösterilmesi de doğru bir seçim. Böylece içerik, ima ettiği biçimine kavuşmuş.

Oyun başlamadan önce, oyuncular izleyicilerin arasına karışıyorlar ve tanıdık tanımadık herkesle sohbet etmeye çalışıyorlar. İzleyici ile oyuncu arasındaki “mesafeyi” ortadan kaldırmaya yönelik bu çaba da yine sahnelerimizde pek karşılaşmadığımız bir uygulama. İzleyicinin, daha demin sohbet ettiği kişileri oyuncu olarak seyretmesi, bana kalırsa izleme eyleminin niteliğini pek çok açıdan farklılaştırıyor. En azından sahne ile seyir yeri arasındaki mesafe bir kez daha daralıyor; böylece izleyici “sahnedeki olaya” başka bir dünyaya aitmiş gibi değil, dokunabilecekleri, konuşabilecekleri “oyuncu arkadaşlarının” estetize edilmiş fikirleri ve eserleri olarak bakabiliyor. Oyuncu ile izleyici arasındaki geleneksel ilişki biçimlerini değiştirmeye yönelik bu tarz çabaların önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından oyun yeri ile izleme yerinin “birbirine karşı” olarak konumlandığı geleneksel sahnenin, daha en başından bizi belirli bir ilişkiyi kurmaya zorladığının farkında olmamız gerekiyor. Bu tür sahnelerin çoğu zaman üzerine kürsüler konularak konferans amacıyla kullanılabildiğini düşünürsek bu ilişkinin temel yapısının aslında bir çeşit tahakküm ilişkisini ima ettiği görülecektir.

Benim için geleneksel sahnenin terk edilmesi, oyun yerinin izleyiciye nutuk atma yeri değil onunla fikirlerin ve duyguların paylaşılabileceği bir alan olduğu düşüncesinin önemsendiğini gösteriyor. Seyirci ile oyuncunun sanatsal ilişkinin yanında “insani” bir ilişkiyi de kurabiliyor olması gerek. Bizler seyirciye oyun öncesinde görünmenin “ayıp” sayıldığı, kınandığı bir tiyatro anlayışıyla büyütüldük. Tiyatro sahnesi kutsaldı, oyuncular da bir takım azizler gibi davranmalıydı sanki. Oysa bu anlayıştan oyuncu ile izleyici arasında “samimi bir ilişki” doğmayacağı, olsa bile buna bir ilişki denemeyeceği aşikardır.

İTÜ Sahnesi, oyun broşüründe seyirciyle “insani ve dolayısıyla siyasi bir ilişki kurma” isteklerini açıkça belirtiyorlar. Bu amaçla oyunun hazırlık sürecinde, “oyuncunun hem seyirciyle hem de mekanla olan ilişkisini” tartışmaya açtıklarını da ekliyorlar.

Biraz gösteriden söz etmeye çalışayım: Oyun on civarında parçadan oluşuyor. Parçalar birbirleriyle organik bir ilişki kurmayan; bağımsız oyunlar sayılabilecek epizodlardan ibaret. İlk parçada Burak Korkmaz, Noyan Arat, Özde Deprem, Timuçin Bahşi, Merve Bozcu ve Şehri Karayel, Kültür Sanat Birliği merdivenlerinin çeşitli noktalarına konumlanmış halde “barış” üzerine sohbet ediyorlar. Sohbet giderek içerik değiştiriyor; sözler Kuvvet Komutanlarımızın medyaya yansımış “barış” konulu sözleriyle yer değiştiriyor ve çok geçmeden oyuncular mekanikleşen hareketleriyle birer “zombi”ye dönüşüyorlar.

Ardından Tuba Keleş’in oynadığı “Cumartesi Annesi” sahnesi geliyor. Kayıp oğlunu arayan bir Cumartesi Annesi’nin konuşmalarından derlenen bu monolog, biraz yüreğimizi acıtıyor.
Üçüncü parçada Ilgaz Ulusoy’un kendisinin yazıp tek başına oynadığı ve benim “köyün delisi” adını vereceğim sahne yer alıyor. Bu sahnede, köylülerin askerler tarafından meydanda toplanarak öldürülüşlerine tanık olan bir “delinin” olayı anlatışını dinliyoruz. Merdivenlerdeki izleyici konumumuz biraz yer değiştirdiğinden hikayenin başını biraz kaçırıyoruz. Ancak hikayede olup bitenlerin tanıdıklığından olsa gerek, anlatılanları kısa zamanda yakalıyoruz. Hukuksuzluğun ve bizatihi hukuku korumakla yükümlü olanların uyguladığı kanunsuz şiddetin izlerini buluyoruz bu hikayede. Elimizin kolumuzun bağlı olduğu, şiddet gösteren zalime karşı güvencesiz, korunaksız kaldığımız ve en önemlisi de bizi korumakla görevli olanların bizatihi zalimin kendisi olduğunu görerek çaresizliğimizden çıldırmanın eşiğine geldiğimiz anları hatırlatıyor. Bizi pek çok açıdan “köyün delisi”yle özdeş kılıyor…

Hikaye biter bitmez diğer oyuncuların yol göstericiliğinde merdivenleri çıkmaya başlıyoruz. Bu sırada yukarıdan ritmik bir şekilde tekrar eden “ben, kurban” sözlerini işitiyoruz. Merdivenleri tırmanıp ikinci katın koridoruna geldiğimizde elindeki feneri açıp kapayarak çeşitli hareketler eşliğinde “ben, kurban” sözlerini tekrarlayan oyuncuyla (Atılım Şahin) karşılaşıyoruz. Giderek artan bir tempoda el feneriyle yapılan bir dizi hareketten sonra oyuncu, Can Yücel’in “Bayramlık” adlı şiirini tamamlıyor:

Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış.

Atılım Şahin’in performansının hemen ardında yeni bir sahne kuruluyor. O tarafa doğru ilerliyoruz. Doğu Can, Burak Atasever, Mert Karadeniz, Mustafa Yaman ve Merve Bozcu’nun rol aldığı bu parça, sonradan öğrendiğime göre doğaçlama olarak oluşturulmuş. Parça, Althusser’in ideolojik bir aygıt olarak saydığı kurumlardan birine, eğitim kurumuna odaklanıyor. İlk ve orta öğretim kurumlarımızdaki klişeleşmiş eğitim anlayışı ironik bir dille anlatılıyor bu sahnede: Sınıflarda ve özellikle de beden eğitimi derslerinde öğrencilerin öğretmen komutası altında militarist bir disipline zorlanması; her türlü ötekileştirmenin, düşman tanımlamaları yapmanın ödüllendirildiği; hamasetin, vatan için ölmenin yüceltildiği milli güvenlik dersleri; coşkuyla söyletilen marşlar; kim olduğu meçhul ama her zaman varolan “düşman askerlerinin” öldürülmesini konu alan okul piyesleri vs. Bütün bu sahneler bizi güldürüyor, ama diğer taraftan bu komikliklerin hala eğitim sistemimizde yer aldığını da biliyoruz.

Yine oyuncuların yönlendirmesiyle KSB tiyatro salonuna çıkan merdivenlere ilerliyoruz. Oyuncu (Aslı Işıltan), karnına bağladığı mektupları birer birer çıkararak onlardan kesitler okuyor. Mektuplar, gerçek askerlerin ya da darbe dönemlerinde idam edilenlerin ailelerine yazdıkları mektuplardan derlenmiş. Sahne, Atılım Şahin’in “kurban” sahnesiyle hem içerik hem de form olarak benzerlik taşıyor. ‘Kurban’ sahnesinde Can Yücel’in şiirinin soyut uzaklığından baktığımız “askerler” bu kez gerçek sözleriyle somutlaşıyorlar. Sahne, Kostas Pigadiotis’in bir şiiriyle sonlanıyor:

İMZASIZ MEKTUP
Anasına yazdığı
mektubu buldular
askerin alnında,
bitiremeden daha
kapmıştı rüzgâr.
Şaşırdılar hangisine vereceklerini
bekleyen bunca ananın
imzasızdı çünkü.

İlerliyoruz… Uzaktan ince, yanık bir türkü duyuluyor. Tiyatro salonunun önündeki koridordayız şimdi. Basit bir dekor var karşımızda, siyah bir perdeyle örtülmüş eğreti bir yapı, bir mezarlığın küçük bir kesiti. Dekorun arkasında bir mezar kazdığını anladığımız bir adam (Noyan Arat) bir yandan türküsüne devam ediyor. İşine ara verip bir sigara yakıyor; ardından yaşlı bir adam geliyor (Atılım Şahin), işin durumunu soruyor. Aralarındaki konuşmalardan anlıyoruz ki yaşlı adam oğlu için kazdırıyor bu mezarı; uzun zamandır kayıp olan oğlunun kemiklerini bulmuş ve ona bir mezar yaptırıyor. Türkiye’de 17 bin insanın bu durumda olduğu, çoğunun kemiklerinin bile bulunamadığı geliyor aklımıza.

Parçanın sonuna doğru, oyunun başında gördüğümüz “Cumartesi Annesi” (Tuba Keleş) katılıyor sahneye; oğlunu mezarlıklarda aramaya başladığını ve artık akli melekelerini yitirmeye başladığını görüyoruz. Mezarlık sahnesinin hemen bitiminde iki oyuncu (Ilgaz Ulusoy ve Noyan Arat) ilginç bir diyaloğa başlıyorlar: Olup bitenleri anlamanın, fakat “anlamazdan gelme”lerin bir özeti gibi sanki. Olup bitenleri anlamıyormuş gibi yapmak da “sadakat” göstermenin bir yoludur. Yanı başınızda bir cinayet işlenir, tetikçi de azmettirici de apaçık ortadadır. Ama “sadakat” göstermekten başka seçenekleri olmayanlar anlamazdan gelirler; “senaryo, komplo, yalan dolan, saçma” derler; bu tavır bir alışkanlığa dönüşür ve bir süre sonra da gerçekten hiçbir şey anlamazlar.

“Anlamıyorum”la başlayan bu diyalog ile bir önceki mezarlık sahnesi Ilgaz Ulusoy ve Ercan Demirtekin tarafından yazılmışlar.

Oyun, bütün oyuncuların katıldığı ve temposu giderek artan tekrarlı hareketlerden oluşan bir performansla sona eriyor. Bu son sahnenin anlam bakımından çeşitli yorumlara “açık” olduğunu düşünüyorum. Oyun için belirgin bir final ya da “son söz” olmaktan ziyade izleyicinin özgür yorumlamasına bırakılmış bir sahne görünümünde. Ben daha çok, özellikle de son bölümdeki “faili meçhul cinayetlere” yapılan vurgunun etkisi altında izledim bu sahneyi. Bu açıdan, toplu halde yapılan bu ritüelistik performans bana kayıpların, ölülerin ardından yakılan bir ağıt ya da taziye törenlerindeki gibi bir yakınma ve dövünmeyi anlatıyormuş gibi bir izlenim bıraktı.
Genel havası itibariyle, oyunun agit-prop sokak tiyatrolarını çağrıştıran bir yanı olduğu söylenebilir. Fakat o tür tiyatroların seyirciyi kışkırtma gibi bir niyet taşıdıkları ve çoğu zaman olayları sloganlaşacak derecede kaba hatlarıyla ele aldıklarını düşünürsek “Şimdiki Zamanın Rivayeti”nin farkı daha iyi anlaşılabilir. Oyun, militarizm, savaş, barış, milliyetçilik ve faşizm gibi son derece kritik konuları, güncel olaylarla ve en önemlisi de estetik uzaklığı koruyarak anlatabilmektedir. Devletin ürettiği ulus “hayal”etine ve şovenist-hamasi millet rivayetine, Hirschman’ın terimleriyle, militanca “sadakat” gösterenleri ve bu sadakatin mekanizmalarını açık bir şekilde ortaya koyarken, bu “hayalete” “muhalefet” etmenin ne kadar insani bir zorunluluk olduğunu da ima etmektedir bu oyun.
Oğuz Arıcı
Ocak 2010

5 Ocak 2010 Salı

"Ben, Pierre Riviere..." Diyarbakır Turnesi Haziran 2006

Senem Donatan



10 Haziran 2006

Diyarbakır’daki ilk oyun öncesi epey gergindim, çünkü Erdem önceki gece çok az uyudu, her şey son anda netleştiği için uzun bir aradan sonra sadece iki kere prova alabilmişti İstanbul’da. Ve en önemlisi Celal İran’a gitttiği için bu turneye gelememişti.

Oyun için Serkanların düşündüğü yere gidince iyice panikledim. Yer tahmin ettiğimden çok daha gürültülüydü. Etrafta bir sürü çocuk bağıra çağıra oyun oynuyordu. Çevredeki apartmanlarda oturanlar sıcaktan kendilerini balkona atmış, açık havada muhabbet ediyorlardı. Oyun alanının hemen yanı başındaki kafeler tıklım tıklım doluydu. Tavla zarlarının sesleri okey taşlarınınkine karışıyordu. Bu cümbüşün içinde nasıl oynanacak bu oyun diye kara kara düşünmeye başladım. Bir yandan gerginliğimi Erdem'e çaktırmamaya çalışıyordum (ki bu benim için oldukça zor oluyordu), bir yandan da Celal’in yokluğunu hissettirmemeye çabalıyordum (ki bu zaten mümkün olmuyordu).

Serkanların bizi ağırladığı evden çıkarken Hilal de ben de vücut çalışması kıyafetlerimizi giydik. Önceden anlaşmıştık, Erdem’le birlikte hazırlanacaktık oyuna. Erdem şaşırdı ama sanırım hoşuna da gitti bu durum. Oyundan önce bir apartmanın avlusunda üçümüz birlikte ısındık.

Oyun çok etkileyiciydi. Duygu’nun dediğine bakılırsa ben bütün oyunu ağzım açık izlemişim. Valla doğrudur. Gerçekten çok etkilendim. Bir kere bu oyun kesinlikle yerde oturarak, Erdem'in yakınında izlenmeli. Çok farklı bir etki oluşuyor, çok daha yakın hissediyorsun kendini Pierre'e. Tabii Erdem de seyirciyi kapsamak için canla başla uğraştı ve bunu başardı da. Etraftaki cümbüşe rağmen yaklaşık 50-60 kişi (ki çoğu ayakta) 50 dakika boyunca kopmadan izledi oyunu. En dikkatli izleyiciler de çocuklardı. Başta çocuklar pek rağbet göstermedi, oyun oynuyorlardı yan tarafta, ya da sakız, mendil filan satıyorlardı, sonra yavaş yavaş hepsi oturup izlemeye başladı. Hatta konuşan olursa birbirlerini susturuyorlardı, o denli pür dikkat izlediler. Zaten oyundan hemen sonra Erdem'in başına üşüşüp konuya dair detaylı sorular soranlar da yine çocuklar oldu.

Oyun başlamadan önce gelen seyirciler Erdem'in oyun alanının önünü yarım daire şeklinde kaplamıştı. Oyun başladıktan sonra gelenler Erdem’in arkasına oturdu, böylece Erdem’in her yanı seyirciyle kuşatıldı. İzleyenler arasında bir de köpek vardı. Köpek bir ara oyun alanına girip Erdem’e saldırdı. Neyse ki köpeğin sahipleri hayvanı kontrol altına alıp alelacele oradan uzaklaştırdılar. Erdem’in köpeğe herhangi bir tepki vermemesi –korkudan biraz olsun bile irkilmemesi- seyircinin Erdem’e olan hayranlığının bir kat daha artmasına sebep oldu. Oyunun sonunda Erdem köpek ve sahiplerinin boşalttığı yere oturarak seyirci çemberini tamamladı. Önce kimse anlamadı oyunun bittiğini. Erdem kafasıyla birine selam veren kadar herkes meraklı gözlerle Erdem’e baktı, acaba oyun devam edecek mi yoksa burada bitecek mi diye. Erdem ise “valla benden bu kadar” dercesine naifçe gülümsedi. Akabinde ortalıkta bir curcunadır koptu. Seyreden herkes -çocuklar başta olmak üzere- Erdem’in başına üşüştü.

Seyirciyle bundan daha öte bir buluşma düşünülebilir mi? Bugün böyle bir deneyimin parçası olduğum içim kendimi çok şanslı hissettim.


11 Haziran 2006

Diyarbakır’a gitmemizin “Ben Pierre Riviere…” oyununun gösteriminin yanı sıra ikinci bir amacı da vardı: Serkan vasıtasıyla daha önceden ilişkiye geçtiğimiz Diyarbakırlı tiyatrocu arkadaşlarla bir atölye çalışması yapmak. Niyetimiz Grotowski, Meyerhold, Barba gibi 20. yüzyılın büyük tiyatro adamlarının kuramlarından ve çalışma yöntemlerinden hareketle, yaklaşık bir senedir üzerinde yoğunlaştığımız beden ve ses çalışmalarında edindiğimiz deneyimleri Diyarbakırlı tiyatroculara aktarmaktı.

İlk günkü muhabbetler sonucu fark ettik ki, Diyarbakır’da tiyatro yapan bir sürü kişi var ama hepsi proje odaklı bir araya geliyor ve hemen sonrasında dağılıyor. Tıpkı “Dünyanın En Güzel Hikayesi” (DEGH) oyununun kadrosu gibi. Serkan'lar DEGH kadrosu olarak oyundan sonra bir kere bile bir araya gelmemişler. Diyarbakır’da karşılaştığımız amatör-profesyonel tüm tiyatrocuların tiyatro algısının son derece bireysel olması, bizi yaptıracağımız atölye çalışmasının dramaturjisini "tiyatro kolektif bir sanattır" şeklinde kurgulamaya yöneltti. Atölyede ortak ritmi, yanındaki oyuncularla etkileşimi hedefleyen çalışmalar yaptırdık. Sınırların birlikte zorlanmasını vurguladık.


12 Haziran 2006

Erdem ikinci oyun öncesinde prova alamadı. Atölye çalışmasını saat 17:30 gibi bitirdik ve oyun saat 19:00'daydı. Erdem'e "istersen katılma atölye çalışmasına" dedik ama o katılmak istedi. Zaman probleminin dışında sahne de oyunun yapısına pek uygun değildi. Bir kere sahne ile seyirci koltuklarının ilk sırası arasında neredeyse 3 metre boşluk vardı. Ayrıca akustiği de kötüydü salonun. Bir de klimayı kapatmayı unutmuşuz, Erdem’in sesi klima sesini aşıp da bize ulaşamadı çoğu yerde. O yüzden Erdem'le seyirci arasında arzulanan iletişim kurulamadı. Tabii çoğu kişi oyunu önceden sokakta, Erdem'in dibinde seyrettiği için oradaki sıcaklığı aradı, ama bulamadı.


13 Haziran 2006

Oyun alanı gerçekten mahrem bir yer. Hiç tanımadığın kişilerle bir anda beklemediğin bir yakınlık kurabiliyorsun, güçlü bir etkileşime geçebiliyorsun.


14 Haziran 2006

Diyarbakır’daki atölye çalışması kendi açımdan önemli bir deneyim oldu. Unuttuklarımı hatırlamama, bildiklerimi yeniden başka koşullarda keşfetmeme vesile oldu. Ancak katılanlar açısından ne gibi bir etki oluşturduğunu tam kestiremiyorum.

İznik Kampı Üzerine Bir Değerlendirme

Kerem Eksen

5-20 2006 Agustos tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz İznik kampını planlarken başlıca hedefimiz gerek mekânsal, gerekse zamansal anlamında alıştığımızın dışında bir düzen oturtmak, gündelik hayatın zorunluluklarından kısa bir süreliğine de olsa kurtulmak, bu sayede elde edilecek yoğunlaşmayı da sanatsal üretime yönelik bir çalışmaya yöneltmekti. Kamp süreci, ortak üretimde bulunan insanların birlikte yaşayabilmelerini ve gündelik hayatı uyum içinde paylaşabilmelerini zorunlu kılması nedeniyle söz konusu sanatsal amacın ötesinde amaçlar da içeriyordu. Bu on beş günlük çalışma döneminin, katılımcıların gerek sanatsal gerekse toplumsal anlamda zorlanacakları, alışkanlıkların bir nebze de olsa bir kenara konacağı, kısacası bireylerin her anlamda kendilerini eğitecekleri ve dönüştürecekleri bir süreç olması isteniyordu.

Geriye dönüp baktığımızda kampın bu sanatsal ve toplumsal boyutlarının bize kayda değer deneyimler yaşattığını söylememiz mümkün.

Sanatsal pratik açısından değerlendirdiğimizde, her şeyden önce böyle bir mekânsal ve zamansal yoğunlaşmanın sanatsal çalışmanın doğasında niteliksel bir farka yol açtığını görmüş olduk. Bu niteliksel farkı yaratan şey, çalışmaya ayrılacak bol vaktin bulunmasından çok, konsantrasyonun çalışma gündemine odaklanması ve böylelikle çalışma zamanlarının normalden çok daha etkin bir biçimde kullanılması oldu. Böylesi bir yoğunlaşma, 20. yüzyılın önemli tiyatro kuramcılarından Jerzy Grotowski’nin sürekli olarak vurgu yaptığı çalışma disiplininin boş bir düzenleyici unsur değil, oyuncunun bedeni, sesi ve imgelemiyle kurduğu ilişkiyi şekillendiren temel öğe olduğunu gösterdi. Toplulukta, belli yorgunluk sınırlarının aşılmasının ve belli konsantrasyon düzeylerinin yakalanmasının ne gibi sonuçlara yol açabileceğine dair bir fikir oluştu.

Kampın toplumsal ilişkilerle ilgili boyutu da bizim açımızdan genel anlamda olumlu nitelikler taşıdı. İş bölümü, organizasyon, zamanlama gibi konuların kadroda ciddi ve kalıcı gerginliklere yol açmamış olması, bir tür “çalışkanlar-tembeller” ayrımının oluşmaması bizim açımızdan önemliydi.

Geriye dönüp baktığımızda kampın eksik kaldığını düşündüğümüz boyutları ise şunlar oldu:

- Kimi anlarda gündelik hayatın organizasyonu (yemek, bulaşık, temizlik vb.) diğer tüm konulardan daha büyük bir gündem işgal etti. Bu nedenle çalışma dışındaki saatlerde tiyatroyla ilgili konuların gündemde tutulmasında yer yer zorlanıldı. Özellikle mevcudun yüksek olduğu ilk hafta, gündelik hayatın planlanması çalışma dışı enerjinin büyük bir kısmını soğurdu. Bu da çalışmalardaki yoğunlaşmanın çalışma dışına taşınmasını zaman zaman engelledi.


İznik Kampı - Çalışma Günlükleri - Esma Şenel

5 Ağustos 2006


Saat 8.30’da uyandık. İlk çalışmaya 9.00’da evin önündeki alanda karışık yürüyerek başladık. Gülden, boyun, omuz, bel, diz ısıtma yaptırdı. Güneşe selam hareketlerini yaparken başı döndü. Biz de karışık yürüyerek devam ettik. Hareket doğaçlamaya başladık, kısıt veya belli hareketlerden doğaçlama değildi, serbest doğaçladık. Sonra daha çok denge zorlayıcı hareketler yaptık. Bunu birbirimizi izleyerek, kendi içimize dönmeden yapmaya çalışmamız gerekiyordu. Bir saat sonra Celal, “Bu günlük bu kadar.”, dedi. Tam ısınmaya ve açılmaya başlamışken çalışmayı bırakmış olduk. Aktiviteye doyamamış halde kendimizi göle attık, yüzdük. Tabii ben atlamadım, yüzmeye bile korkuyorum neredeyse!

Sonra Erdem ve Suzan kahvaltı hazırladı, süperdi! O gün bulaşık sorumlusu oldum Duygu’nun yerine; Gülçin’le yıkadık.

Çalışma yeri sorunumuz vardı. Öğleden sonra brenda (üzerine çeşitli espriler yapılmış, branda için kullanılan tabirdir) (!) alındı Orhangazi’den. İki kazık çakıldı ve sinema perdesinin önüne germeye çalıştık uzun süre – sonuç başarısızdı. Savaş’ın sabah bulduğu çalışma yerini görmek lazımmış meğer. Akşamüstü 17.30 gibi DSİ 1.Bölge Müdürlüğünün arazisine gittik. Bol çimlik alanda Gülden’in gösterdiği boyun, omuz, bel, diz çevirme hareketlerinden hareket doğaçladık. Ben önce bel, el bileği, boyun çevirme hareketleriyle başlıyorum. Yorulunca ya da hareket bulamazsam yine ona dönüyorum, benim karar hareketim gibi oldu. Erdem hep farklı yürüme, denge hareketleri yapıyordu, aslında onu izliyorum, takip ediyorum yani! Ben de o tür hareketler yapmak istedim. Önce kendimi yerlere attım, yuvarlandım, ellerimi ayaklarıma kavuşturdum, sonra engelli yürüme hareketleri yaptım. Ellerimle ayaklarıma tutunarak ilerlemeye çalıştım. Mühim olan hareketten harekete geçmek değil, o tekrarlanan hareketleri geliştirmekti. Böylece hareketten harekete geçiş ve vücut keşfi bir çizgi şeklinde ilerleyebiliyordu. Sonra düz ve ters taklalar eklemeye başladım. Bazı duruşlarda ilerlemekte zorlandım, denedim ama olmadı. Bir yerden sonra iyice açıldığımı hissettim, düşünmeden istediğim harekete geçebiliyordum, hem de daha fazla zorlayarak. Hareketleri birbirine bağlamak mesele olmamalı bence, çünkü diğerine geçiş zaten onun devamı olması gerekiyor. O zaman hem o hareketi zorladıkça zorluyordum – el ve kalça kullanıyorsam kafayı da eklemek, daha fazla bacağı atmak, vs – hem de yeni hareketler buluyordum. Çok iyi hissettim kendimi. Celal kesmeden, bir şey söylemeden izledi herkesi. Bir saat bu şekilde devam ettik, bir saatin sonunda tempoyu hızlandırıp, “ Kendinizi bırakmayın, şimdi açılmaya başladınız,”, dedi. Ayrıca, yapığınız hareketleri “vücut hafızanıza” alın, dedi. Hızlanıp bıraktık.

Ses çalışmasını Erdem yaptırdı. Sesimizi vücudumuzun çeşitli yerlerinde gezdirdik. Sonra sesi titreterek Kızılderilimsi sesler çıkardık, titretmeyi farklı bölgelerde gezdirdik. Bitirdik.

Eve gelip dışarıdaki buzz gibi suyla duş aldık, ben kese bile attım. Ama çok üşüdüm. Hemen kurulanıp kalın şeyler giydim. Yemekte Senem’in müthiş soslu makarnalarını ve Efe’nin mercimek çorbasını hüplettik. Yemekten sonra açık hava sinemamızda Chaplin izledik.

6 Ağustos 2006

Sabah 6.00’da kalktık, 6.30’da çalışma alanındaydık. Hava süper serin ve mis gibiydi. Çalışma çok verimli geçti. Önce dünkü gibi omuz çevirme, öne/geriye atma, diz/kalça çevirme, vs hareketleri doğaçlayarak başladık. Dünkü hareketlerimi daha zorlamayı hedefledim; ama daha çok onların tekrarı oldu. Yerde yuvarlanırken yaptığım hareketleri ayaktayken de yapmaya çalıştımsa da çok farklı hareketler bulamadım. Bir saat çalıştıktan sonra Celal bize 15 dk verdi ve bir hareket doğacı yapmamızı istedi. Çalışmanın kısıtı, hareketin tekrarlanabilir olması ve anlaşılabilmesiydi. Basit ve küçük hareketten başlayıp onu büyütme ve bazı hareketlerin devam ettirilmesi sağlanarak diğer hareketlere gibi bir hareket çizgim vardı ve tabii ki yerlerde yuvarlanmazsam olmaz! Herkes sırayla gösterdi. Celal, bir konsept olmasının daha önemli olduğunu söyledi. Erdem ve Gülden’de bu vardı; ama mesela İlke’nin iki bölüm gibiydi bu açıdan. Efe’ninkinde ise somut bir imgeden yola çıkılmıştı (omuz ve ayaklarından iple çekme hareketleriydi) ve bu tür somut imgelerin kullanılabileceğini söyledi. Suzan’ınki biraz dağınıktı. Kerem’in ok atmayı hatırlatan hareketleri enteresandı. Savaş’ınki de çok jimnastiksiydi bence.

Sonra Celal teatral bir cümle bulmamızı ve bunu en az 7-8 kere tekrarlayacak şekilde az önce yaptığımız hareket setinin uygun yerlerinde kullanmamızı istedi. Yine 15 dk verdi. Benim cümlem “Kim bilir belki ne zaman”dı. Diğer aklımda kalanlar:

Erdem’in “Bütün bunları anlattıktan sonra bana ne dedi, biliyor musun?”

Gülden’in “İşim var, beklemeyin”

Mine’nin “Herkes uyudu, artık gidebiliriz”

Efe’nin “Daha yeni büyüdüm”

Murat “Ne güzel bir gün”

Kerem “Tasarım tasarladığım üzere kaynama noktasına geldi”

Sezin “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu”, vs.

Cümlelerle hareketler bambaşka hale büründü gözümde, etkisi arttı. Cümlenin kelimeleri yer değiştirip bölünebiliyordu, bazı çalışmalarda bu şekilde kullanılmıştı. Bu çalışmayı da gösterdik ve saat 9.30’da bitirdik.

Akşam çalışmasından önce, saat 15.00 gibi Kerem aktarımının ilk bölümünü yaptı – genel olarak tragedya ve felsefede ele alınan trajedi bilgeliğini anlattı ve tartışıldı. Mantık ve algımızı mümkün oldukça iptal ederek anlamaya çalıştık.

Saat 18.00’de çalışma alanına gittik. Mobil disko biraz ötemizde cıstak müzik çalıyordu!!

Bu çalışma ağır tempoda geçti. Çalışmanın temel ilkesi bir hareketi yaparken diğerinin- yani tersinin düşünülmesi ve böylece kontrolün daha fazla sağlanmasıydı. Örneğin, aşağıya doğru eğilirken yukarı çıktığımızı düşünerek, sağa doğru uzanırken sola doğru gitmeyi düşünmek. Bunu yaparken sadece uzanmak yetmiyor, kontrol daha fazla kasları kullanarak gerçekleşebiliyordu. Gülden bu hareketleri elleri de katarak artırdı – elleri sıkışmış gibi açmak, bir şeyi aşağıdan yukarıya yukarıdan aşağıya taşımak gibi. Sonra bunları dengemizi bozacak şekilde doğaçladık. Bu hareketleri yaparken buna konuşma ya da harekete uygun olacak şekilde ses ekledik. Sesi vücudumuzda gezdirdik. Hareketi bırakıp sese devam ettik. Daire olup Erdem ortadayken ona iletecek şekilde “aaa” sesi verdik. Mesafeye göre ve alçalma-yükselmeye göre sesin şiddeti ve tınladığı yer değişiyordu. Yere eğildik, iki elimizin arasına bir top almış gibi kabul ederek, top vücudun neresine bakıyorsa orayı tınlatmaya çalıştık. Bir süre denedikten sonra yere yattık ve sesi titretmeye başladık. Herkes göğüsten dem sesi yaparken Suzan’dan başlayıp solo yapmaya başladık. Suzan’dan sonra sıra bana geldi. Erdem, daha da yükselt, dedi, yükseltmeye çalıştım ama çok zorlandım. İnce ve kalın seslere çıkmamı yönlendirdi, daha fazla inmemi ve çıkmamı istedi. İnce olarak acayip bir ses çıkardım, yüksek ve aşırı ince sesler çıkarabildim ve bir süre sonra rahatladım bu sesleri çıkarırken. 5-6 kişi de bu şekilde denedikten sonra, artık sırası gelen ayağa kalkıp daire içinde dolaşarak kendi çıkardığı sesi herkese yaptırıyordu, o sesi taklit etmeye çalıştık. Saat 20.00 civarı bitirdik. Sesim bayağı açılmıştı, o halde şarkı söyleyesim geldi. Çalışmadan sonra Erdem’e daha önce yaptığımız gibi şarkı söylemenin faydalı olup olmadığını sordum. O da, bunun sirk ya da şan dersi almaktan (yani uzmanlık olarak) bir farkı olmadığını söyledi ki Gülçin de dansı sormuştu. Barba diyormuş ki, bizim gündelik dışı teknikler kullanmamız gerekiyor – gündelik hayatta köprüde durmayız - oysaki bu türden teknik çalışmalar bize gündelik şeyleri yaptırmaktan öteye gitmez.

Akşam tam bir ziyafet vardı. Mangalda patlıcan, tavuk, Hatay künefesi, patron Turgut’tan dondurma, bira, şarap. Patlayana kadar yedik. Turgut ve arkadaşları geldiler yemeğe. Onlar gidince, Kerem ses çalışmalarından söz açtı. Bu çalışmaların çok riskli olduğunu ve bire bir çalışma fırsatı olmadan, neyi yaptığımızı bilmeden bu çalışmaları yapmanın doğru olmayacağını, çünkü çalışmaların, tekniği oturttuktan sonra doğaçlama yapmaya yönelik olduğunu söyledi. Mine de buna benzer şekilde konuştu. Ancak, usta kavramı boşluğu hissedildiği için deneye deneye, yanlış yapa yapa bulabilmekten başka yapacak bir şey olmadığı söylendi. Kerem workshop’lara gidilip bu tür teknikler öğrenilebilir dediyse de Celal, kendisinin Erdem’le gitmedikleri workshop, okumadığı kitap, izlemediği CD kalmadığı cevabını verdi. Nitekim Erdem’le ikisi, Pierre çalışmaları sırasında bu çalışmaların üzerine daha fazla gidebilmiş, bu araştırdıkları yerlerden çalışmalar denemişler ve araklamışlar (örn Barba). Sezin, tekniği oturtmak için şan dersi alınabilir, dedi. Bunun üzerine Erdem de bana çalışmadan sonra anlattıklarını söyledi. Daha sonra ikinci hafta kalma konusu açıldı. Bu süre, İTÜ MT’nin sene içi çalışmalarının ilk çalışmaları olacağını konuşmuşlar daha önce. Daha önceki projelerin ne durumda olduğu soruldu. Senem, SAE*’de yaptıklarını anlattı. Har adlı romanla karşılaştırdılar. Ama şu an ikinci hafta üzeirnde çalışılmak üzere bir proje yok gibi görünüyor.

7 Ağustos 2006

Saat 9.00’da kalkıp 9.30 gibi vücut çalışmasına geçtik. Çalışmayı Savaş yaptırmaya başladı, Gülden esnemeyle devam ettirdi. 40 dk kadar rahatlatıcı kas gevşetici hareketler yaptık.

Saat 12.00 gibi Kerem aktarımının 2. bölümünü yaptı, okuyacağımız kitaptan bahsetti (Nietzche- Yunan Tragedyasının Doğuşu). Kitaptan s. 25-28’i okuduk. Metnin anlaşılması çok zor; ama tek başıma hiçbir şey anlamazken birlikte okuyup Kerem’in açıklamaları ve ardından sorulan sorularla ve yapılan tartışmalarla daha anlaşılır oluyor. Bugün mitlerin yerini tutan şeylerin tartışması ve buna Anıtkabir ziyareti örneğinin verilmesi ilginçti.

Okumadan sonra Celal herhangi bir tragedya metninden koro metni bulma ödevi verdi.

17.30’da çalışmaya geçtik. Dizler kırık olacaktı bütün çalışma boyunca. Vücut açıcı hareketler ve ileri-geri denge bozma hareketleri yaparken kalça hizasını bozmadık. Biraz ısındıktan sonra Celal kalçayı ileri-geri hareket ettirme hareketi yaptırdı. Bunu yorulmadan yapmak gerekiyordu. Sadece bu hareketi yarım saat yaptık. Vücut sarsılmaya başladı öne, geriye kalça atışlarına baş da eklendi, hızlanıyor ve yavaşlıyorduk. Hareket artık tüm vücudun hareketiydi; ama dışarıdan bakan biri hareketin başlangıcının kalçadan olduğunu anlaması gerekiyordu. Bacaklarım dayanamıyordu ve bu yüzden kendimi çok kastım, kasılmaktan nefes alamıyor ve harekete devam etmekte daha da zorlanıyordum. Hareketi bırakmak asla istemiyordum ama acıya dayanamıyordum. Bir ara Celal, “Hiç bitmeyeceğini düşünün” dedi ve bir an nefes alıp rahatladım, artık nefes ve kas kontrolünü daha fazla sağlayabiliyordum (Bu an çalışmalarda önemli bir referans olacak ilerde ve Celal sürekli hatırlatacak). Zihnin hareketi kontrol edişini devreden çıkarınca her şey değişiyor, işte kanıtıdır. Bu kısım bitince, Senem benim fazla sarsıldığımı söyledi. Sarsılma ve kalçadan hareketi başlatmayı biraz abartmışım anlaşılan!

Aradan sonra ses çalışmasına geçtik. Çalışmayı Celal yaptıracaktı, dairemsi (!) olmamızı istedi. İşaret verdiği an pes bir “aaa” sesi verip kestik. Sonra temiz, düz ses verdik. Bu sesi çıkarırken Celal, nerenizi tınlattığınızı değil, sesin hedefinin ne olduğunu düşünün, dedi. Yani, teknikten ziyade ses imgelemi önemli. Bu hedefi belirlememizi ve öyle ses çıkarmamızı istedi. Sonra kendi etrafımıza koruyucu kalkan yaptık sesimizle, buradan gittikçe hep birlikte bir balon şişirdik. Balonu şişirdikçe kendimizden başlayıp herkesi saran bir kubbe yaptık, sesin kapsama alanı arttı. Bunu sesi yükseltmek, şiddeti artırmak ya da inceltip kalınlaştırmak diye düşünerek değil, kapsayacak alan imgeleminden yola çıkarak yapmamız gerekiyordu. Önemli olan, bildiğimiz ve emin olduğumuz tek şey, “sesin çatallaştığı, boğazın gıdıklanmaya başladığı an biraz geriden alıp devam etmek”. Sonra Kerem ve Duygu’yla ayrı olarak çalıştı.

Bir de titreşimi hissedebileceğimizi hatırlattı. Bu titreşimi bütün vücutta hissetmek gerekiyor. Önümüze elimizi tutarak titrettik elimizi – ki sesle bardak kıran grup örneği verildi.

Aaa sesi verirken bunu frenlemeye çalıştık. Doğru yapabilmek için nefesi gırtlaktan değil diyaframdan kesmek gerekiyor. Tekrar hep birlikte aaa sesi verirken durdurup Suzan’a herhangi bir şarkı söyletti, ses tınısını Suzan’ın tonuna göre ayarladık, onu dinleyip eşlik eder bir ses olması gerekiyordu. Hep birlikte devam ettik. Sonra durdurup Erdem’e ve Duygu’ya da söyledi, ona göre ses verdik bu kez. Bu aaa seslerinin içinde ödev olarak verdiği metni okuttu bana. Tekrarladıkça daha yüksek ve hızlı söylemeye çalıştım, daha güçlü söylemem gerekiyordu. Daha sonra melodik söyle, dedi, anlayamadım. Benden sonra Sezin’e ve Erdem’e de okuttu. Erdem’inki örnek çalışma teşkil etti! Sesini vücudunun farklı bölgelerine götürüp fısıltıdan bağırmaya giden bir aralıkta metni yorumladı. Herkes bu şekilde metnini doğaçlayıp gelecekti. Kalın göğüs sesinden başlayıp sonra düz ve yüksekten alıp burun ve kafaya çıkararak değişik sesler denedim. Toplandık. Herkes kendi metnini pes ve düşük sesle söylerken, Celal’in işaret verdiği bu dem sesinde yüksek söylemeye çalıştı. Bana işaret verdiğinde yüksek sesle okurken parmak uçlarımdan bileklerime kadar uyuşma hissettim, kesmeden devam ettim ama bayılacağım zannettim. Arada Celal’e bundan bahsettim, nefesimi ayarlayamadığım için mi diye sordum. Celal, hiç böyle şey duymadım, esrimişsin, dedi.

5 dk aradan sonra, bu metinleri melodik, tempolu, bağırırcasına (az önce yaptıklarımızdan bu tanıma uyacak benimki ve Efe’ninki olduğunu söyledi) söylenecek şekilde çalışmak üzere ayrıldık. Ben bu kez melodik kavramını yine anlamadım, şarkı gibi oldu sanki. Bir süre sonra herkesin ikili eşleşmesini, kendi metnini birlikte çalışmasını söyledi. Ben Gülçin’le oldum. Önce benimkini çalıştık, kendi yaptığım saçma geldi, Gülçin’e anlatırken utandım hatta. O yüzden birine anlatırken bir kez daha düşünerek yorumlamış oldum ve birlikte değiştirdik. Ancak birlikte söyleyemiyorduk, böyle olunca tınlatıcıları denemeyi de çok riske atmadık. Sonra Gülçin’inkini çalışacaktık; ama birkaç kez okuyabildik ancak, zaman yetmedi. Bu arada hava da iyice kararmıştı. Göl kenarına gidip dolunay ışığında gösterdik yaptıklarımızı. Ezberimiz olmadığı için kâğıttan okuduk, tabi bu herkesin çalışmasındaki etkiyi biraz azalttı. Bazı gruplar iki çalışmayı birden göstermişti, biz ancak birini gösterebildik diğerine az çalıştığımız için. Genel olarak ses uyumu ve senkron sorunları göze batıyordu herkeste. Bizimkine ek olarak, yapılanın seyirciyi yalayıp geçmesi, etki bırakması gerektiğini söylendi. Erdem-Dilan’ınki daha yakınmış Celal’in düşündüğüne. Efe-Savaş, Hacivat ile Karagöz gibiydi. İlke ve Kerem’inki daha deneyseldi; ama iki kişi olduğunu hissettiriyordu – ki biz topluluk için olacak şekilde demiştik- daha çok toplu bir uyum, tek tek kişilerin hissedilmediği; ama tek bir kişi de olmadığı bir koro olması gerekiyordu bu. Mesela Murat-Duygu ve Savaş’ın ve Efe’nin sesleri uymuyordu; ama Suzan ve Mine’nin sesleri çok uygundu. Senem-Sezin’inki daha tempolu olacak şekilde tekrarlatıldı. Yapılan çalışmalarda fark edilenler bu şekilde konuşuldu, aslında kimse nasıl bir şey olması gerektiğini kesin olarak bilmediğinden çalışma yaparak ve bunlar üstüne konuşarak bir şeyler çıkaracağız. Dolayısıyla herkeste farklı bir şeyler var; herkesin yaptığı bir parametre ve tartışma başlığı aslında. Bence hepimiz çalışma esnasında bunlar üzerine yeterince kafa yorup bir şeyler çıkarma çabası içinde olması gerekiyor ki yönelimlerin ne olduğu anlaşılabilsin ve tartışılsın. Aklıma, Erdem’in taaa Cimri çalışmalarının başlangıcında, Bilgi Üniversitesi’ndeki çalışmanın sonunda söylediği, hiçbir provanın boşa geçirilmemesi gerektiğini söylediği geliyor. Şu an çalışmaların bu şekilde geçirilmeye çalışılması, bir oyun çalışması durumundan daha önemli galiba.

8 Ağustos 2006

Suzuki atölyesinde yapılan çalışmalardan örnekler yaptık.

1. Zorlayarak, arkadan bir şey çekiyormuş, bir kaya itiyormuş ya da tanrıyı görüp ona gitmek istenilmediği halde ona gidiliyormuş gibi, enerjiyi üçgen bölgesinde toplayarak yürümeye çalıştık.
Herkes tek sıra oldu, yaklaşık 15 m gidip, seyirciyi sağa alarak onun önünden dönecek şekilde, odaklandığımız noktayı kaydırmadan geri dönüp aynı yerimize geldik.
Dönerken postür alıp, onu koruyarak yürüdük.
Postür alıp aynı yere gelince tekrar seyirciye önümüz gelecek şekilde, sadece el ve kol hareketleri yaptık – ritim ve hareketler değişken olabilir.

2. Aşağı çömelik, rahat ama “hazır” pozisyonundayız. İşaretle en yükseğe (eller serbest, bacaklar gergin, parmak ucundayız), ortaya (dizler kırık, sırt düz), alçak pozisyona (sırt düz, çömelik) pozisyonlara geçtik.
Her kalkışa el-kol hareket postürü ekledik.
Daire olduk, her pozisyon 10 sayışta başlangıç pozisyonuna inildi. Sonra sayma bırakıldı, hep birlikte ortak ritim alarak inildi, daha sonra Erdem’in karşılıklı işaret ettikleri birbirini indirdi.

Her pozisyona söylemek üzere Efe’nin repliğini çalıştık:

“Hekabe’nin gözcü rahibeleri!
Görmüyor musunuz sahibenizin sessizce yere çömelmiş olduğunu?
Yardım etmeyecek misiniz?
Perişan olmuş ihtiyar kadını bu halde mi bırakackınız?

Kalpsizleeeeer!” (Troyalı Kadınlar- Euripidies)

Önce hep birlikte her pozisyonda söyledik, daha sonra Erdem’in işaret verdikleri bu repliği söyleyerek başlangıç pozisyonuna indi.

3. Herkes göl yönünün tersine dönüp çömelik oturdu. Arkamızda bir duvar olduğunu kabul ederek, hızlıca ama frenleyerek dönerek ayağa kalktık. Bir sağdan bir soldan olmak üzere.
Frenleyip durduğumuz anda repliği söyledik, tok ve güçlü!
Repliği söylemeye devam ederken, DUR, DEVAM ET komutlarıyla repliği frenleme ve zamanında başlama – tekrar başlarken yine yüksek enerjiyle söyleyebilmek- çalıştık. Kesişler önce kelimelerden, sonra hecelerden oldu. Replik söylerken nefes almamız gereken yerlede bir ses çıkararak nefes aldık.

Pes sesten herkes söylerken Erdem bana bir melodi yap dedi, anlamadım. Celal ara verdirdi. Erdem’e ezik bir şekilde baktığımda, sorun değil, ben de anlamadım, dedi.

Aradan sonra tekrar “hazır” pozisyonuna geçtik. Efe, Murat dem sesi verirken biz yine kalkarak repliği söyledi. Sonra dem sesleri arttı, repliği söyleyenler azaldı, hatta en son İlke tek başına kaldı. Dem sesini üç farklı ton yaptık, bunu repliklere göre ayarladık. Erdem bizi veya İlke’yi zaman zaman durdurdu, durdurulmayan devam etti. Sonra replik söylemeye Suzan, ben, Gülçin, Sezin de katıldık. Demciler çıkardıkları sesi frenleme yaparak çalıştılar, onlar sesin bitişini frenlerken biz replik söylemeye girdik. Refleks, dikkat çok önemliydi; çünkü Erdem yine arada durdurup tekrar başlatıyordu, nerede kalındıysa o şekilde başlanması ve kesilmesi gerekiyordu! Eh, yaptık sayılır.

Daha sonra metinleri çalışmaya başladık, aynı çiftler olarak devam ettik. Repliklere hareket eklememizi istedi Celal.

Gülçin’in sesi boğazından dolayı çok zorlandı, çalışırken sıkıntı yaşadı. Metinlerden sadece birine çalışabildik yine. Nefes alışları, bakışları, omuz ve ayak duruşları, hareketlerin senkronizasyonuna dikkat etmeye çalıştık.

Hava kararınca ateş yaktık, göl kenarında toplanıp çalışmalarımızı mehtap manzarasında gösterdik. Erdem ve Dilan iki metin çalışmışlardı, çalışmaları teknik açıdan çok iyiydi; ama her söze bir hareket bulunmuş gibiydi. Bizde ses uyuşmazlığı vardı. Celal, Senem ve Sezin’inkinin düşündüğüne en yakın çalışma olduğunu söyledi. Savaş-Efe ezber,vs sorunlardan tam gösteremediler. Ayrıca, klişe yapmakla yapmamak arasında kalmaktan bahsetti Celal, İlke-Kerem ve Dilan’da bunu fark ettiğini söyledi. Klişeden kaçmak için tekniği zorlamak gerekiyor, dedi. Zehra-Gülden’in sesleri zayıftı. Celal bunun için, cansız ve ruhsuz olmamalı, dedi. Aslında düşününce, günlerdir yaptığımız çalışmalarda döktüğüm terleri bu çalışmada o kadar dökmedim. Gülden buna ter farkı var diyor, Celal risk alınmamış yeterince diyor.

Bundan sonra herkes Antigone’den herhangi bir tirad – koro olmak zorunda değil- bulacak ve çalışacak. Çalışmayı bitirdik, yemekten sonra göl kenarında Savaş’ın bağlaması eşliğinde geç saate kadar şarkı türkü söyledik.

9 Ağustos 2006

Sabah bolca güneşe selam yaptık. Gülden omuz indirme/kaldırma, baş sağ/sol, diz çevirme, kaça ileri/geri hareketlerinden doğaçlama yapmamızı istedi. Sonra ikişer gruplar olarak yaptık ve sırayla gösterdik. Benim Senem’le yaptığım hereketler, fazla doğaçlama olmamıştı, kısıt hareketlere fazla takıldık ve fazla değiştirmeden yaptık. Bazı gruplar ise hareketleri fazla değiştirmişti. Celal, çalışma bittikten sonra, “Tiyatro, gereksiz olduğunu düşündüğümüz şeyleri haklılaştırdığımız yer, rasyonalize düşünmediğimiz zaman yaratıcılık başlıyor.”, sözünü hatırlattı. Bir de çalışma sırasında bırakanlar olmuş biz devam ederken. Onlar için, mümkün olduğunca çalışmayı bırakmamak gerektiğini; ama bırakmak zorunda kalındığında çalışmayı bitirip seyirci konumuna geçmemizin daha iyi olacağını söyledi.

Okumada, Nietzche’nin “Yunan Tragedyası Üzerine İki Konferans”ından koroyla ilgili kısımları okuduk.

Akşam çalışmasına, iki ayaküstünde, ağırlığın ortada olduğu temel duruştan dengeyi sağa sola kaydırarak başladık. Bunu yaparken enerji harcayarak, kaslarla kontrollülük sağlayarak, yaptığımız hareketin tersini düşünerek yapmaya dikkat ettik. Ayrıca, kalçanın öne/arkaya atıldığı hareketi bir süre büyütüp küçülterek ve ortak tempoyu artırıp azaltarak yaptık. En hızlıdan en yavaşa geçince dengenin uç noktalarda bozulduğu hareketler yaptık. Bu hareketlere bir eli yere koyarak ve dört uzvu yere koyarak devam ettik.

Stilize yürümeye geçtik. Aniden birkaç adım atıp durduk –fren önemli-, ilerledikçe her duruşta bir postür almaya başladık. Murat ha sesi vermeye başladı ve böylece koşma ve durma ritmimizi ondan aldık. Daha sonra bu sesi kendimiz vermeye başladık, gittikçe hızlandık ve bu kez her duruşta dünkü Troyalı Kadınlar’dan aldığımız repliği söyledik. Alanı küçülttük ve postür vermeye devam ettik. İyice sıkıştığımızda durup sadece belli ritimle repliği söyledik.

Aradan sonra bağdaş kurarak oturduk. Celal, nefesten bahsetti. Diyafram nefesi diye ayırmanın yanlış olduğunu, bütünlüklü nefes almak gerektiğini vurguladı. Kasık, karın altından kontrol ederek tam nefes almaya çalıştık. Kesikli ve ani nefes alış-verişiyle devam ettik. Hep birlikte düz aaa sesi verdik. Göğüs sesine indirmeye çalıştık. Celal, Duygu ile 15-20 dk kadar ayrı çalışırken izledik. Duygu’nun günlük hayatta kullandığı sesi çatallı ve nodül varmış gibiydi. Çalışmanın ilk başında tınlatıcı değişimleri fark edilmiyor, sürekli gırtlaktan gelen bir ses duyuluyordu ve nefesini kontrol etmekte zorlanıyordu. Gittikçe daha farklı tınılar çıkarmaya başladı, farkı görmek ilginç!

Sonra, hepimiz ellerimizi yere koyup eğilerek sesi karına indirmeye çalıştık. Benim arada oluyor. Sonra kafa arkasına ve üstüne çıkarmayı denedik, aradaki farkı anlamaya çabaladık. İlke’de keşiflerini bizimle paylaştı: “eu” diyince burna aldığını, “gn” diyine kafa gerisinde olduğunu söyledi.

Bu denemelerden sonra tınlatıcı geçişlerini kullanabileceğimiz bir doğaç yapmamızı ve buna denge hareketleri eklememizi istedi Celal. 15 dk çalıştık ve gösterdik. Suzan, Gülçin, Zehra, İlke göstermedi. Çalışmalar üzerine konuştuk. Gülden ve Dilan için duygulanım tehlikeli, daha çok teknik olmalı; Erdem’inki “zaten”; ama fazla teknik; Efe, Senem’in gırtlak kapalı, benim açık; Kürtün’ün fazla melodik; ama çok yükselmedi; Sezin ve Kerem’in melodik çalışmaları ise beğenildi. Bu konuşmalardan sonra, göğüs tınlatıp tok ve güçlü bir ses vermenin zor olduğunu, nasıl yapabileceğimi sordum, örneğin bugün topluca çalıştığımız replikleri söylerken yapmaya çalıştığımız gibi. Hep birlikte bunu denedik. Ben şunu fark ettim ve söyledim ki, kafanın arkasından getirip diğerlerine de dağıtınca daha yüksek çıkıyor. Celal de denedi; ama çıkardığım sesi uzun süre yapınca gırtlağımın acıyacağını söyledi. Denemeler ve muhabbetler arasında çalışma bitti. Hep beraber göl kenarına gidip ay manzarasını izledik –elma yiyerek. Dün geceden kalma şarkılardan söyledik. Akşam yemeğini iskelede yedikten sonra Caché (Haneke)’yi izledik.

10 Ağustos 2006

Sabah, herkes kendi eklemlerini açtı ve güneşe selam yaptık. Dizleri çevirdik. Dizler öne/geriye farklı eğilme miktarıyla giderken ritme ve frenlemeye önem vermeye çalıştık. Bu hareketleri yaparken gittikçe parmak ucuna çıktık ve bunlar denge bozma hareketlerine dönüştü. Havada asılı kalır gibi zıplamaya başladık. Sağa/sola zıplayarak hızlandık ve denge kurmak daha da zorlaştı. Sonra bu haraketlerden doğaçlamaya başladık. İkişerli olup birlikte yapıp gösterdik. Ben Suzan’la yaptım, gittikçe çömelmeye geçen, birden yükselen zıplamalar yaptık – geçişler çok net olamadı; ama o geçişleri almak gerçekten zordu. Efe ve Murat’ınki komikti – “çak”ıyorlardı, Savaş’ın bedeninin üstü kontrolsüzdü; Suzan ve Dilan’ın sağlam yere basmadıkları söylendi ve yere sert düşüyorlardı. Düşüşü, dizler yardımıyla yumuşatmak gerekiyormuş.

Akşam kalça hareketine devam ettik (hızlı-yavaş ritimli). Karşılıklı denge hareketleri yaparken birden dört ayaküstüne düşüp, tekrar eşleşip hareket doğaçlama yaptık. Hareketleri artık koroda kullanmaya uygun doğaçlamak istiyorduk. O yüzden artık yuvarlanma, konumu sabit olmayan hareketler yerine kendi yerimizde bir takım ritim ve denge göz önünde bulundurulan hareketler doğaçladık.

İlk gün doğaçlayıp gösterdiğimiz set şeklindeki hareketleri düzenledik – konumu sabitleştirerek- ve toplandık. Biri daire içine girip hareketini diğerlerine yaptırdı. Dairedekiler harekete uygun – genelde ortadakinin ilk hareketi oldu – bir hareket yapıyordu, ortadaki kendi hareketlerine devam ediyordu. Örneğin, Sezin’in tokatlamalarının ilk aşamasını 4 ritim Sezin’le birlikte yapıyor, 4 ritim bekliyorduk. Senem’in hareketlerini yaparken de biz durduk, Senem devam etti, Senem durdu biz devam ettik. Ya da Senem’in ilk hareketini yaparken Erdem’in işaret vermesiyle Senem’in yaptığı harekete geçtik. Hareketi yavaşlatıp hızlandırdık ve Erdem’in hepimizi durdurduğunda aynı yerde birbirimizi yakalamamız gerekiyordu. İlk başta olmasa da Erdem uyardıktan sonra daha ortak yapmaya başladık.

Ara verdiğimizde DSİ yönetim kurulunun bizden rahatsız olduğunun, burada çalışamayacağımızın haberini aldık Celal’den. O durumda yapılan tartışmalardan çıkan görüşler, köylülerin bizden rahatsız olmaları, ses çalışmalarını – özellikle- tuhaf bulmaları. Hatta biz onlara göre paganız (erkekli-kızlı grup, vs), acayip ayin sesleri gibi sesler çıkarıyoruz, vücut hareketleri yapıyoruz – normal(!) bir tiyatro çalışması değildi, metnimizi ezberleyip “takıl”mıyorduk- (Fazlı, Sinan gibi insanlar olsaydı, köylüler bizi kesin çok severdi esprileri ve gülüşmeler..). Bir sürü yol düşündük yer için; mekanı terk ettik. Yine tartışma ve muhabbet devam ederken iki arada bir derede sopa çalışması yaptım Senem ve Murat’la. Sonra evin önündeki çeşitli alanlara yayılıp bulduğumuz metinlere çalışmaya başladık. Gülçin’le çok güzel bir göl kenarı bulduk, kuytu ve sessiz bir yer. Hatta şu an burada yazıyorum, burası benim mekânım oldu. Gülçin’le bir sürü şey bulduk, senkron ve ses uyumuna önem verdik. Metni söylerken sanki alttan davul sesleri geliyormuş gibi hayal ettiğimiz için, gazete kâğıdı bulup – daha yüksek ses için - üstümüze iliştirdik vücudumuza vurarak ritim tuttuk. Celal’e göstermek istedik, yarın herkese bakıp çalıştıracağını söyledi. Peki, diyip bitirdik ki herkes çoktan bitirmişti. Erdem ve Dilan bizden sonra yarım saat kadar daha çalışmaya devam etti. Bu arada, akşam bir baktım ki çalışmada ritim tutmak için vurduğum yerler mosmor!!! Nitekim Gülçin’inki de Akşam Kurdun Günü’nü (Haneke) izledik, enteresandı, beğendim.

11 Ağustos 2006

Sabah göl kenarındaki yumuşacık çimlikte çalışmaya başladık. Yoğun olarak denge çalıştık. Sağa-sola, öne-arkaya denge bozma, karşılıklı doğaç hareketlerle yapıldı. Celal çalışmanın ortasında müdahale etti. Çalışmada kendi kendinize asla kalmayın, içinize dönmeyin, başkalarını da görün, dedi. Ayrıca, çalışmayı bırakmayın, konsantre olmaya çalışın, diye uyardı. Biz de hemen birbirimize uygun hareket etmeye başladık. Çalışmayı bitirdikten sonra Celal demek istediğini açtı. Sıla örneğini verdi. Tek başına olduğunu ve başkalarını dinlemediğini ve bu yüzden hareketleri çok güzel yaptığını, kendisinin ise ona “Çok güzel yapma” dediğini anlattı. “Karşınızdakinin hareketinin aynısını yapmak zorunda değilsiniz, ortak yaşamda aslında bireyini eritme tehlikesi değil, ikna etme ve edilme açıklığı var. Nietzce’de tartıştığımız “ben imzası atma” meselesi, “ben”i yitirme korkusu oluyor. Kendinizin aşağı çekilmesinden korkmayın, sadece faydası dokunduğu zaman değil; kötü olduğunda da etkilenmeye açık olun”, dedi. Ben bunun nasıl yapılması gerektiğinden çok emin değilim (Bu konuşmayı ilerleyen çalışmalarda düşündüm, özellikle karşılıklı eşleşip doğaçlama yapma sırasında bunu mecburen düşünüyoruz; ama karışık hareket yaparken bunu her çalışmada bir kez daha düşünmek gerekiyor ).

Sonra göle koştuk. Kahvaltıda ise dünkü film ve Haneke üzerine konuşuldu. Ayrıca, Radikal’in Kitap ekindeki Aslı Erdoğan’ın kapak resmi olması, verdiği pozlar ve yaptığı işten bahsedilirken, iyi olana hakkını vermek, ideolojik duruş konusu açıldı. Konuşma bu şekilde uzayınca, Celal, okuma yapmayalım, ikinci hafta ve sonrası üzerine niyetleri konuşalım, dedi. Benim, Mahmut’un ve Hilal’in ne yapacağını sordular. Sonra Cimri’yi oynayabilme ihtimali atıldı ortaya, şehir dışında oynama ve festivallere katılacak şekilde. Daha sonra konu dağıldı. Celal BÜO’daki garip yurt anılarını anlattı

Saat 15.00’de çalışmaya geçtik çimlerde. Dün çalıştığımız metinlere devam ettik. Celal her grubun yanına gidip izledi ve çalıştırdı/öneride bulundu. Gülçin’le ikimizin çalışmasından bazı yerleri attı. Bunun nedeni, bu hareketlerin metnin atmosferini bozması, metne uygun hareketler olmamasıydı. Metne geri dönün, ne anlattığını, nereye yöneldiğinizi (nöbetçi Kreon’a heyecanla ve korkuyla haber getirmiştir) düşünün, dedi. Biraz allak bullak olduk, bu yönde değiştirmeye çalıştık. Hareket bulmuş olmak için değil de uygun olması için düzenledik; ama yaptığımızdan emin olamadık. Celal tekrar geldi ve izledi; ama bu kez çok temel senkronizasyon, güvensizlik sorunları yaşadık – hareketleri değiştirince yeterince çalışamadığımızdan bütünlük içinde gösteremedik. Topluca göstermeye geçmemiz gerekiyordu artık. Önce Kerem ve İlke’nin atmosferik mekânında kendi çalışmalarını, sonra çimlik alanda Erdem-Dilan’ınkini ve Sezin-Senem’inkini izledik, geri kalanımız çalışmasını iskelede gösterdi. Öncelikle, son iki çalışmalardan, Suzan-Mine ve Gülçin-ben (sona kalan dona kalır misali) çok temel olarak kendimize güvenmediğimiz ve bu yüzden yapamadığımız yönünde eleştirdi Celal. Ayrıca, bizim çalışma da dâhil olmak üzere, metnin ne anlatmak istediğine uygun ses ve hareket doğaçlamak gerektiğini bir kez daha tekrarladı. Bu yönde Kerem-İlke’nin çalışması atmosfer kurma kaygısıyla yapılmıştı. Ancak, teknik zorlama konusunda biraz kararsızdık. Erdem-Dilan’ın çalışmasında sınırlar zorlanmıştı; ama bu Celal’in biraz önce söylediğiyle – metne uygun hareketler – pek uyuşmuyordu. Bu iki çalışma üzerinden konuşmaya başladık; çünkü Celal her ikisine de, iyi çalışmalar, demişti (ancak örnek teşkil ettiği durumlar birbirinden ayrı duruyordu). “Şu hareket çok teknikti”, “yook asıl o hareketle sayesinde yapılan ses tamamen atmosfer kuruyordu” gibi fikirler öne sürüldü. Sonuçta bu çalışmaların iyi-kötülüğü tartışılıyor gibi görünse de, aslında tüm çalışmaların bundan sonra ne tarafa yönleneceğini tartışıyorduk. Nitekim, her çalışma, daha önceki çalışmalara nazaran, senkronizasyon ve ses uyumu bakımından daha ileri bir seviyedeydi. Fakat Efe, çalışmalarda yaptığından emin olmadığını, anlayamadığını söyledi – ki aslında bu bence herkeste vardı az çok. Bu direnç önemli; ama biraz güvenmek gerekiyor sanırım gruba.

12 Ağustos 2006

Sabah denge çalışmaları yaptık yine, bu hareketleri parmak ucuna çıkarak yaptık. Herkes dağılıp denge zorlayan bir hareket doğaçladı. Celal, bir hareket seti yerine dengede durma, dengeyi bulma yapın, dedi çalışmayı keserek. Biz de yavaş ritimde her yöne doğru denge bozucu hareketler yaptık.

Saat 14.00’de okuma yaptık. Sonra sesli olarak masa başında Antigone’nin tamamını okuduk. Kerem, “peki neden Antik Yunan, tragedya?” diye sordu (ODTÜ tarzı). Celal ise, Macbeth, ardından 1 senelik çalışmalardaki tartışmalar ve Grotowski’den sonraki sürecin devamlılığını sağlıyor, dedi. Burada Hint tiyatrosu ya da Moliere kampı da yapılabileceğini; ama bizim aslında Yunanlı olduğumuzu ve bize miras olduğunu ve bu yüzden bize yakın durduğunu söyledi. Tabi bu tartışma bu kadar değil; ama toplantıda kayıt tutulsaydı sanırım daha iyi olurdu; çünkü hatırlayamıyorum

Bugün metinleri bitirmeyi hedefliyorduk. Öncesinde çalışma için sopa çalışması yapılacaktı. Senem ve Efe, Aleksiyev Levinski’nin biyomekanik atölyesinde öğrendikleri hareketleri gösterdi.

1. sopayı sağ ve sol elle 180º döndürüp tutma (bu hareketten sonra Turgut’un getirdiği erzakları sopayla taşıma hareketi de yaptık )
2. sağdan sola, soldan sağa 180º dönecek şekilde atma
3. sağ ve sol elle ayrı ayrı ve sağdan sola/soldan sağa sopa atma hareketini bu kez 360º döndürerek yapma
4. sopayı yere paralel olacak şekilde ortasından tutarak, elin üzerinde gezdirilmesiyle döndürme ve tutma (sağ ve sol elle ayrı ayrı)
5. sağ elle sopanın ucuna yakın yerden yere dik olacak şekilde tutarak, dışa doğru otkas hareketini alıp içe doğru yarım dönme hareketiyle sol ele aktarma. Gidilen tarafın diğer ayağı içe doğru dönüyor; ama gövde düz. Hareketin devamında sağ elle başlanıp sol ele verildikten sonra, sopayı yine yere göre dik tuttuktan sonra içe doğru tekrar otkas alıp dıştan doğru el üstünde çevrilip tutulur. Sağda yine aynısı.
6. yere paralel ve uca yakın tutulan sopanın kısa tarafı, bilek çevirme hareketinden kolun üstüne alınıyor, dirsek büküldüğünde sopa omuza alınıyor – tüfek alır gibi-, öne hamle yaparak boyun-kol yolundan sopa aşağı kaydırılır ve tam düşecekken tutulur (bir ayak arkada, duruş önde doğru, denge önde). Bu duruşta aynı hareket tekrarlanır, sopa tutulurken denge arkaya geçirilir bu kez.

Bu hareketlerde, sağ elde yapılan hareketlerde sol ayak önde, solda yapılan hareketlerde sağ ayak önde; sağdan sola/soldan sağa hareketlerde ayaklar yan yana ve her zaman birbirine paralel.

Ses çalışmasına geçtik. Çok düşük ve pes bir ses çıkardık. Hepimiz aynı sesi çıkarmaya çalıştık. Erdem herkesi tek tek dinleyerek farklı ses çıkaranları uyardı ve bir süre sonra gerçekten hepimizden ortak tek bir ses çıktı! Sonra işaret vermeden birbirimizden alarak sesi yükselttik. Bir kişi en düşükten yükseğe kadar çıkan bir ses verirken aniden durdurulup, geri kalanlar durdurulduğu anda verilen sesi vermeye çalıştı. Birkaç kişiye ses vermesini işaret etti ve o ses taklit edildi. Ses verenlerden daha fazla riske girmesini istedi. Sonra Erdem taklit etmemiz için ses verdi. Yine titreterek pes bir dem sesi verdi, hepimiz onu yaparken benim bu sesten ayrılmamı istedi. Ben heyecanlanıp hemen yükselmeye çalıştım. Celal gelip acele etme diye uyardı. Kafa ve burun tınlatıcılarına çıktım ama alt sesi dinleyemedim, ona pek uygun olmadı. Erdem bitirmemi isteyince hepimiz hmm’lamaya geçerek çalışmayı bıraktık. Celal, 20 dk boyunca konuşmayın, soğuk/sıcak içmeyin, dedi. Grotowski öyle yaptırırmış, ses dinlensin diye. Gülden söylemiş böyle yapalım diye Celal’e. Ama kimse fazla önemsemedi.

13 Ağustos 2006

Sabah 10’a çeyrek kala uyandım. Programa göre 10.30’da kahvaltıya oturmak hedefleniyordu. Herkes kendi çalışmasını yapacaktı. Çimlerin oraya gittim herkes yeni yeni uyanırken. Duygu, Dilan, Murat vardı. Önce denge, kalça hareketi, kol/el çalışmaya başladım. Sonra Gülden gelince bolca güneşe selam yaptık birlikte, iyice ısındım. Kol ve kalça çalışmaya devam ettim ve esnemeye geçtim. Hareket doğaçlayım dedim; ama tek başıma hareket doğaçlamak zor geldi, hem enerji vermek açısından hem de hareket bulmaya konsantre olmak açısından, kısacası tıkandım. Çok terleyip yoruldum; ama başkalarıyla yapsaydık daha enerjik olabilirdim. Yerde yuvarlanma, mum duruşu, amut,vs denedim. Zaten diğer gelenler de 15 dk yapıp bıraktı, ben ~40 dk yaptım. Herkes bırakınca – ki gelmeyen de vardı – ben de bırakıp göle girdim. Tam kanoya binecektim ki kahvaltıya çağrıldık.

Saat 13.00’de çalışmaya geçtik okuma yapmadan. Kerem, Senem, Gülden ve Sezin’in buldukları tekrarlanabilir hareketleri yaptık. Sezin’in hareketini daireden dağılarak yaptık (ritim değiştirilebilirdi), iyice yavaşlayıp hızlandık ve ortada buluşunca yine orijinal harekete geçtik. Bu hareketlerin her birini yaklaşık 10 dk boyunca yapmıştık. Bu hareketleri yaparken ortak bir ses dahil ettik. Sesi harekete göre bozduk. Efe, Murat harekete farklı sesler katarak o sesi bize de yaptırdı. Daire olduk. Ortak bir ses bulunca, herkesin pes çıkardığı sese Gülden, Senem, Efe, Kerem “koro başı”lığı denedi – dem sesinin dışına çıkan ama aynı zamanda uyum sağlayan ses doğaçlayarak. Nefesin iyi kontrol edilmesi, acele edilmemesi ve dem sesinin dinlenilmesi gerekiyor kesinlikle. Sonra hmmm’layarak oturduk. Celal, “nefesin önemi, heyecanlanmama, acele etmeme, kasılmama, alt sese dâhil olabilme, birden çıkmayıp yavaş yavaş yükselme”den bahsetti. Sonra tüm hafta yaptığımız çalışmalardan bir doğaç yapıp bir hikâye anlatmamızı istedi. İlk aklıma gelen fiziksel eylem tarzı bir çalışma geldi. Araba bozulması hikâyesiyle commedia dell’arte tarzı bir çalışma yaptım. Herkes gösterdikten sonra çalışmalarda 3 farklı eğilim çıktı:
Commedia dell’arte gibi somut hikâye anlatımı
Soyuta yakın ama hikaye
Tamamen soyut

Ben, Murat (ki onun da araba hikayesi vardı ? ), Sezin, Dilan, Kerem (Turgut’un balonlarıyla), Savaş birinci grup; Erdem, Gülden, Senem, Efe, Mine ikinci grup; Suzan ve Zehra üçüncü grup idi Celal’e göre. Duygu ve İlke göstermedi. Bunun üzerine Celal’in söylediklerini şu şekilde toparlayabilirim:

Eskiyi bırakıp yeni bir şey yapıyoruz diye görmemeli bu çalışmaları; ama kolaya (bilinenene) kaçmamalı. Çok dilli konuşabilmeli; ama bilinene ana dil muamelesi yapmamalı.
Sadece kurgu yapıp vücut ve sesi buna uydurma şeklinde olmamalı, vücut da kurguya katılmalı. Vücut çalışması sahnede gerekli olduğundan yapılmamalı, faydacı yaklaşmamalı. İçten dışa, dıştan içe’nin daha gitmeli-gelmeli olması gerekiyor.

Soyut çalışma yapın deseydim çalışma ne olurdu acaba, dedi. Aslında bu çalışmanın eğilimleri ortaya çıkarması için bilerek hikaye yapın demiş, bilinçli hataymış.

Yine göl molası. Gidenler hazırlandı. Onlar gidince temizlik yaptık. Akşam “Paris, Teksas”ı izledik.

14 Ağustos 2006

Çalışma yapmadık, yorucu bir haftanın sonunda –Erdem de olmadığı için- ara verdik bir günlüğüne. Ama Senem’le korsan sopa çalışması yaptık, Efe ve Gülden de katıldı. Yeni öğrendiğim hareketler:

1. temel hareket: kesintisiz döndürme
2. sağ ve solda sopayı yere dik tutarak 180º döndürme ve tutma
3. sopayı sağ ayağın üstüne koyup çaça hareketi yaparak sol elde tutma

Sonra bu hareketleri birbirine bağlamaya çalıştık, ki bence hareketlerin tek başına güzelliği değil bağlantısı ilgi çekici ve etkileyici. En son Efe temel hareketten alıp sağ elle sopayı fırlatarak ve birkaç takla attırarak sol elde tutma ve döndürmeye devam etme olarak bağladı. Onu yapmaya uğraştım, çok zor geldi, kafamı gözümü yardım uğraşırken.

Akşam değerlendirme gibi bir toplantı oldu. Bu bir haftanın nasıl geçtiği konuşuldu. Celal’in konuştuklarından anladığım kadarıyla, daha önce örgütlenmenin daha fazla vurgulandığı bir süreç vardı - İTÜS, Kadın Araştırmaları Grubu, vs ile. Ama bir süredir tiyatro yapmak daha fazla ön plana çıktı ve şu an bu kampa gelindi. Kampta farklı projelerin ortaya çıkabilmesi ve üzerine çalışmaya başlanılması hedeflenmişti. Ancak, bu bir hafta boyunca her şeyin birlikte yapılması vurgulandı: çalışmaların içeriği “birlikte yapma” vurguluydu; çalışma yapılmayan zamanlarda ise yapılan tüm yemek, bulaşık, temizlik işleriyle, 18 kişinin bir evde kalmasının sonucu ortaya çıkan “ortak” yaşam derdi söz konusuydu. Hatta hayat derdi, çalışma ve tiyatro gündeminin önünde geçti. Bu durumda ise gruplaşma ve projelerin çıkması mümkün olamadı. Çalışmalara bir harala gürele halinde geçilmesi bunun göstergesiydi bence. Sorumlu olduğum bir ikindi yemeği zamanında, okuma sırasında “Acaba ne hazırlasak” sıkıntısıyla kendimi veremediğimi, yemek işi biter bitmez hemen hazırlanıp apar topar çalışmaya geçtiğimi hatırlarım. Şu an baktığımda bunu nasıl çözerdik bilemiyorum; ama mesele sorumluluk alma değil zaten. Sadece bu sorumluluk işini biraz fazla abarttık.

Celal, bundan sonraki hafta çok az şey çalışmak istediğini söyledi. Bir toplu koro ve bir de tek kişilik metin çalışmasını bir hafta devam ettirme kararı alındı.

15 Ağustos 06

Sabah omuz çevirme hareketini bozmadan hareket doğacı yaptık. Doğaçlanan hareketten yine aynı harekete döndük. Temel hareketi devam ettirirken araya doğaç hareketi yerleştirdik. Çalışma yarım saat sürdü, bitirdik.

14.00’ta başlayan çalışma farklı başladı. Erdem, çalışmanın ne kadar süreceğini bilmediğini, kesilmeyeceğini, ara verilmeyeceğini, su içme-yemek yeme olmadan kesintisiz çalışılacağını söyledi. Sadece daire olarak durduk yaklaşık 5 dk ve konsantre olduk. Dengeyi sağa sola yavaşça kaydırarak ortak ritimli hareket ettik. Ani bir şekilde bu çalışmayı bırakıp, Erdem kafanızda ip var ve birisi sizi bu iple hareket ettiriyor diyerek hepimizi dağıttı. Sonra bu ipler kafa, göğüs ve kolda da oldu. İkişer eşleşerek kontrollü, karşılıklı ama zorlayan hareketler doğaçladık.

Toplandık ve tekrar daire olup az önceki topluca ortak ritimli yapılan yavaş hareketlerden ani hareketlere geçtik. Önce Erdem’in işaret vermesiyle yapıyorduk, sonra ani olmasına rağmen Erdem işaret vermeden, birbirimizden ortak ritm alarak yaptık hareketleri. Devamında harekete ses de eklendi. Sesi frenlemeye çalıştık. Sonra yine Erdem’in çıkardığı sesleri taklit ettik, hareket ve ses birlikte devam etti. Hareketi bırakıp sese devam ederken, Sezin, İlke, Zehra ve ben bu sese dem sesi olarak devam ettik; diğerleri buna uygun ses doğaçladı. Onlar dem yaptı, biz doğaçladık. Biz dem sesini değiştirdik ve onlar da buna uygun doğaçlamaya devam etti.

Dem sesine devam ettik hep birlikte ve isteyen bu sesten çıkıp solo ses doğaçladı. Erdem solo yapanlara imge verdi, bana gök gürültüsü, Efe’ye konuşan insan, Sezin’e kalabalık gibi. Ben yine dem sesine uygun yapamadım, imge kafamı karıştırdı biraz. Ara verdik. Herkes tek başına yapacağı, Antigone’den seçtiği- yeni metin olabilir- metinlerini çalıştı (daha önceki tartışmalarda konuşulanlar, eğilimler ve sorunlar üzerinden yönlenecekti); ama gösterilmedi.

16 Ağustos 06

Sabah kendimizi açtık önce. Omuz çevirme hareketini bir süre birlikte yaptıktan sonra hareket doğaçladık. Sonra bunu ikişerli eşleşerek doğaçlamaya devam ettik. Birden ayrıldık ve en son yaptığımız hareketi ayı ayrı yapmaya başladık. Sezin’in hareketini (sağ ayağa eğil, sol ayağa eğil, öne-geriye omuz at, üç ritimde kelebek gibi yana doğru yürü) uzun süre birlikte tekrarladık.

Okumadan sonra 15.30’da çalışmaya geçtik. Konsantre olup beklerken Erdem’in ani hareketlerini hep birlikte yakalamaya çalıştık. Sabah yaptığımız Sezin’in hareketini tekrarlamaya başladık. Birlikte hızlanıp birlikte yavaşladık ortak ritimle. Belli bir ritme yükseldikten sonra biri ortaya çıkıp hareket doğaçlayacaktı. Yani etrafta dönenler dem hareketini yaparken, ortadaki deme uygun ama aynı zamanda o hareketten ayrılarak solo yapacaktı –ses çalışması gibi. Hemen hemen herkes çıktı. Ritmi düşürdük, kesmeden tekrar yükselmeye başladık yavaş yavaş.

Bir ara durduk, Erdem el çırptığında yere yattık, tekrar çırptığında kalktık. Çok ani yatış kalkışlar oldu zaman zaman, bırakmamaya çalışarak devam ettik. Erdem buna bir ses eklememizi istedi: düşüş ve kalkış süresince devam eden ve tersi de yapılabilen bir ses – daha sonra ses aynı zamanda yankılansın, dedi; ama anlayamadık-.

Önceki Sezin’in hareketine tekrar başladık. Ritim yükselince herkes dağılıp bu harekete bir ses bulsun, dedi. 1-2 dk sonra toplandık, tekrar harekete başladık. Birisi Erdem işaret vermeden sese girecekti ve herkes bu sesi yapmaya çalışacaktı. Herkesin yaptığına emin olduktan sonra ortaya geçecek, az önceki hareket doğaçlarına bu kez ses doğacı da ekleyecek ve yine diğerlerinin yapmaya devam ettiği dem sesine ve ritme uygun olacaktı. Bu doğaçları yapan kişi, etrafındakilere enerji verecek, kendi içinde yapmayacaktı. Etraftakiler için çok yorucuydu, muhtemelen bu hareketi 1000 kere yaptık. Ben ortaya geçtiğimde, daha önceki tek başına ses veya hareket doğaçlamaktan çok farklı hissettim. Ses vücuda, vücut sese imgelem olmuştu ve daha rahat hissetmiştim kendimi. Gerçekten, vücut ve sesin teknik işi değil, imgelemle kurguya katılacağını bir kez daha düşündüm.

Arada çalışmalar üzerine konuştuk. En çok deme uygun doğaç yapma konusunda kafamız karışık. Ritim mi önemli, melodi çok olmamalı mı, teknik ne kadar kullanabiliyoruz, hareket ve ses birbirine imgelem olabiliyor mu?

Sonra koro çalışmasına geçtik, Bakkhalar oyunundan bir parça:

“Asya karasından
Kutsal Tmolos’tan
Koştum koştum durmadan
Durmadan yorulmadan, durmadan yorulmadan, durmadan yorulmadan....
Tanrımız Dyonissos aşkına!”

Çalışma çok yorucuydu, Erdem’in bulduğu hareketleri yaptık ve o da zorlayıcı hareketler bulmuş. Genelde pes bir ses kullandık, tekrarlar vardı ve tabii ki ortak yapmaya çalıştık ses ve hareketi. Çalışmayı 21.00’de bıraktık. Muhtemelen bunu Türsak’lıların belgeselinde kullanacağız?!

Akşam Cieslak, Barba cd’lerini, Medea’yı, Terzo Pulos’un Bakkhalar, Herakles,vs oyun çalışmalarını izledik.

17 Ağustos 06

Sabah çalışması topluca yapılmadı, kahvaltıya 10.00’da oturacaktık. 12’de okumaya geçtik, 14.30’da çalışma başladı. 5 dk konsantre olduk, herkes sırayla bir el hareketi yaptı, onu topluca taklit ettik. herkes istediği zaman aynı hareketiyle tekrar katılabilecekti; ama kimin ne zaman gireceğini kaçırmamak için uyanık olmak gerekiyordu. Sonra hareketler hızlandı. Derken, elin hareketlerinden doğan hareket vücudu yönlendirmeye başladı, elin gittiği yöne ve harekete uygun bir biçimde vücut da yönleniyordu. Herkesin hareketinin ayrıntısını yakalayıp o hareketi kendimizin kılmamız gerekiyordu. Sonra herkes elin ön planda olduğu bir doğaç yaptı. 10 dk çalıştık, gösterdik ve üzerine konuştuk (BKNZ. KAMERA ÇEKİMLERİ). Benimki yine atmaya kıyılamamamış halde, uzun ve iki bölümlüydü. Celal, tesadüfi olduğunun; ama başlayan ve biten bir hareket olduğunu hissettirmesi gerektiğini söyledi; yani hareket+hareket+hareket.. olmamalı.

Koro çalışmasına geçmeden yine 5 dk konsantre olarak başladık. Bütünlüklü nefes aldık, düşük pes ve ortak bir ses vermeye başladık. Aşağıya eğilirken bu sesi verdik, öne giderken yükselttik, yukarıya giderken kafa sesi verdik. Sonra oturarak yine ilk pes sesi verirken yavaş yavaş kalkıp sesi yükselttik, daha yukarı çıktıkça tekrar düşürdük. İmgelemimiz rüzgarın sesiydi, arada duyulur hale gelen arada duyulmayan rüzgar sesi.

Daha sonra dağılıp dünkü repliklere koro önerisi olacak şekilde hareket ve ses doğaçlamaya ayrıldık. Çalışmayı dışarıdan izleyenler yüzünden çimlik alanı terk edip evin önündeki alana geldik. Erdem herkesin yanına gelip izledi, birlikte bazı hareketleri yaptı. Toplandık; ama göstermedik. Erdem, yaptıklarımızı birleştirmeye çalıştı, hep birlikte yapmaya çalıştık. Yapılan solo seslerin ağıt gibi olduğunu söyledi Celal, halbuki bu bir coşma ayiniydi. Sonra biz coşmaya başladık yaptığımız hareketlerle!! Celal “bu coşmayı hatırlayın, yarın buradan devam edeceğiz” dedi ve bitirdik çalışmayı.

Akşam Dogma 2: İdiots’u izledik.

18 Ağustos 2006

Artık sabah açılmasını herkes kendi yapıyor, Gülden’le 100’e yakın güneşe selam yaptık. Sonra dayanamayıp kendimizi göle attık.

Okumadan sonra 14.30 gibi geçtiğimiz çalışmaya sopa çalışarak başladık. Önceki hareketleri tekrarladık ve yeni hareketler olarak benim tatil günümüzde Senem ve Efe’den korsan çalışmayla öğrendiğim hareketleri gösterdiler. Ben de daha iyi yapmaya çalıştım.

Aradan sonra daha önce göstermediğimiz tek kişilik metin çalışmalarına devam ettik, yaklaşık yarım saat çalışıp gösterdik. Çalışma sonunda, benimkinde bildiğimiz dans ve şarkıya kayma eğiliminin yanlış olduğunu söyledi Celal. Duygu’nun da vücut kullanımı kontrolsüzdü, dedi. Onun dışında herkesin çalışmasının, şimdiye kadar yapılan tartışmaların ve çalışmaların devamı bağlamında iyi bir seviyeye gelmiş olduğunu söyledi.

Daha sonra toplu koro çalışmasına geçtik, bir koreografi çıkarmaya çalıştık, kodlama ve senkron sorunu var. Yarın çekim olacakmış.

19 Ağustos 2006

12’de okuma yapacakken çekim ekibi Gökhan, Koray ve Özden geldi. Saat 13.00’te okumayı yapıp, planladığımız son bölümü bitirerek çalışmaya geçtik. Dün yaptığımız koreografideki senkron sorunlarını halletmeye çalıştık. Sayıyla kodlamak yerine birinin işaret vermesini kullanmaya çalıştık, böylece ortak ritime daha çok yaklaşılıyor. Çekimde kadınlar olacakmış sadece, Senem, İlke, Duygu, Gülden, Sezin ve ben kostümleri de giyip çalıştık. Erdem’in doğaçladığı ve solo attığı yerleri biz yapamadığımız için, o da sesiyle katıldı. Kerem de daha sonra Dyonissos oldu! Sahnede bize vişne suyu şarabı tattırıyordu ? Birkaç yeni sahne çalıştık; ama tamamen sinema mantığıyla; aksiyon, devamlılık, ritim, ses önemi minimum seviyedeydi; çünkü kamera çok ön planda! Akşam sekize kadar çekimler devam etti. Yemekten sonra ateş etrafında dans sahnesi çekilecekti. Erdem, maske takıp satir oldu, Kerem de tanrıydı yine. Çekimin bir arasında kafamı evin önüne doğru tesadüfen çevirdiğimde, bütün köy halkının çekimi izlemeye geldiğini görünce çok komik bir durum içinde olduğumuzu hissettim. Çekim bitince İlke’nin yaptığı süper pançları içtikten sonra ses kayıtları yapıldı ve yorgunluktan ölmüş halde çalışma gecenin bir yarısı bitti.

Ertesi gün çalışma yapmadık. Ev toparlama, biraz göl tatili ve yolculuk derdiyle İznik’ten ayrıldık.

Esma Şenel
24 Ağustos ‘06
İstanbul

Bir çaylağın gümüşlük güncesi.......

Ayşe Bayramoğlu 2007

temmuz 28, gümüşlük

Sabah 9.30, akademiye inen tozlu yolda sırt çantalarımla yürüyorum. 10 dakika sonra sağa sapan patikanın dibinde neredeyse göremeyelim diye yerleştirilmiş ‘gümüşlük akademisine hoş geldiniz’ tabelasını zor da olsa fark ediyorum. ‘buyurun, kimi aradınız?’ Çok, çok zayıf bir adam (sonradan adının Ahmet Filmer olduğunu öğreneceğim). Belli ki yeni uyanmış, tane tane diyorum ki ‘Ben seyyar sahnede ekibindenim.’ Karşımdaki kır saçlı çok zayıf adamın yüzü aydınlanıyor, beraber yürüyoruz. Etrafta bolca yabani meşe var, kuş sesleri cırcır böceklerinin sesleri birbirine karışıyor. Ekip uyanana kadar lokalde bekleyebileceğimi söylüyor. O gittikten sonra etrafı kolaçan ediyorum; sahneye, sahnenin arkasındaki gölete, gölette yüzen balıklara, kurbağalara, göletin üzerinde uçuşan yusufçuklara hayretle bakıyorum. Huzurlu bir yerdeyim. Lokale dönüp penguenimi elime alıyorum, son sayfaya gülerken Kerem geliyor. Kalacağımız odaları gördükten sonra yeniden lokale dönüp yazmaya başlıyorum. Çok sürmeden ekip uyanmaya ve akademiye ulaşmaya başlıyor. Hemen hemen tamamlandıktan sonra kahvaltı hazırlığına girişiyoruz. Ananas en önemli besinimiz. Bal, armut pekmezi, zeytin, peynir, ekmek, çay kapış kapış gidiyor. Kahvaltı sonrası oda ve görev paylaşımı başlıyor. Herkes iş başına! Odalar temizleniyor, mutfakta kullanılacak alet edevat seçiliyor, birkaç günlük yemek pişiriliyor. İşi biten mutfağa iniyor, herkesin dilinde ‘Denize mi gitsek?’ sorusu. Tam ‘Hadi bir kısmımız gidelim.’ denmişken sahneye çakılacak olan mdf’ler geliyor, erkekler iş başına. Çakması uzun süreceğinden sadece kamyondan indirmekle yetiniyorlar bugünlük. İşler bitince Ege ve Senem’in arabalarına doluşup Gümüşlük’ ün merkezine denize girmeye gidiyoruz. Önce tavşan adasına meraklı ve telaşlı bir koşu, sonra plaja yöneliş ve sonunda denizdeyiz. Eğlence biter bitmez yine mutfaktayız, günün yemeği mercimek çorbası içiliyor ve toplu halde domatesler, soğanlar, biberlerle uğraşıyoruz. Derken gece bitiyor, yarın sabah kalkış 9.30.

temmuz 29, gümüşlük

Söylentilere rağmen böceksiz, sineksiz ve kedisiz, son derece huzurlu bir gece geçiriyorum. Sabah 8 de Senem’in ‘Hadi denize!’ çağrısıyla yataktan fırlayıp gelecek günlerin sabit deniz tayfası olarak arabaya doluşuyoruz. İstikamet Akyarlar. Yarım saatlik bir yolculuk sonunda buluyoruz, yarım saat yüzüp geri dönüyoruz ve yolda Akyarlar’ı bir kez görmenin yeterli olduğuna karar veriyoruz. Kahvaltının spesiyali omlet hepimizin gözlerini parlatıyor. Kahvaltıdan sonra Celal programı açıklıyor. Sadece akşam çalışmasının saati belirli olacak, geri kalan zamanlarda tüm ekip öz disiplin oluşturabilmek için bireysel çalışmalar yapacak.

Bu akşam çalışma yapılacağı söylentisi dolaşıyor. Yemek tayfası olarak üretime devam ediyoruz. Açık mutfağımıza bulaşık makinesi taşınıyor ve Latife Tekin denizden dönünce bir buzdolabımız olacak. Sahnenin mdf ile kaplanması uzun bir süredir devam ediyor. Börekler pişti, bu akşamki çalışmadan umudumu kesmek üzereyim.

Az sonra Oğuz’un ateşlendiğini öğreniyoruz, güneş çarpmış diyorlar. Saat 8 gibi ‘Giyinin, çalışma başlıyor.’ haberi geliyor. Erdem eşliğinde uzun uzun denge çalışıyoruz. Oğuz da bizi izliyor, ama bu ona pek iyi gelmiyor, dengesiz halimiz Oğuz’un midesinin bulanmasına sebep oluyor ve bizi terk edip odasına kaçıyor. Denge çalışmasının ardından ses çalışmasına geçiyoruz. Açık havada çok daha özgür sesler çıkarabildiğimi fark ediyorum. Urfa türküsünü söylerken üşümeye başlıyoruz, Erdem halimize acıyıp çalışmayı bitiriyor. Celal ve İlke, Oğuz’u hastaneye götürüyorlar.

temmuz 30, gümüşlük

Oğuz enfeksiyon kapmış, şimdi daha iyi. Hep beraber kahvaltı ediyoruz. Kerem’in gözü gibi baktığı armut pekmezi, yine Kerem’ in kazara gündeme oturtmasıyla kıymete biniyor ve göz açıp kapayana kadar bugünkü pekmez hakkımız da bitiyor. Masaları gölgeye çekip çay – kahve - gazete faslına geçiyoruz, halimiz Celal tarafından ‘seyyar cafe’ olarak adlandırılıyor. Kağıt kalemimi elime almışken Celal’in gözüne çarpıyorum ve ‘Günlüğü de tut bari sen.’ diyor. Haberi yok, ben o işe çoktan başladım.

Hava çok sıcak, gölgelik bulan bireysel çalışmasına başlıyor, bütün ağaç altları dolu. Mdf’lerin gölgeye kaçma gibi bir lüksleri olmadığı için sıcaktan şişmişler. Önce onların yeniden çakılmalarıyla, ardından da üzerlerine serilecek olan tangram(!) muşambayla uğraşıyoruz uzun uzun. Bulmaca çözülebilecek gibi değil. Evire çevire, çeke uzata doğru forma en yakın çözüme ulaşıyoruz sonunda. Kısa bir temizlik, ardından Erdem eşliğinde yine denge ağırlıklı çalışmaya başlıyoruz. Sonra Celal akışkanlık ve ekip uyumu sağlamak için tek kişiyle başlatıp hepimizi tek tek ekliyor çalışmaya. Ses çalışmasının da aynı uyumu içermesi gerektiğini söylüyor. Kerem eşliğinde yaptığımız ses çalışmasından sonra ‘Herkes bir sayı söylesin.’ cümlesiyle Mantık al-Tayr’daki kuşları dağıtıyor Celal. Hareket ve melodiyle onların özürlerini çalışmaya başlıyoruz.

Hazır olanlar sunumlarını yapıyor, biz hazır olmayanlar mazeret bildiriyoruz. Celal İlke’nin hareket dizisinin netlik ve sadelik bakımından istediğine en yakın dizi olduğunu söylüyor. Melodilerimize destek olması için doğadan müzik aletleri araştırmamızı isteyerek çalışmayı sonlandırıyor.

temmuz 31, gümüşlük

Kendimize yeni bir plaj bulmak için 8.30da yollardayız Senem ve değişmez deniz tayfası olarak. Bu kez 10 dakikada amacımıza ulaşıyoruz, Kadı kalesi çok yakınımızda. Kahvaltıdan sonra Oğuz “Antik Yunan Tragedyasında ölçülülük ve uyum” başlıklı tezini sunuyor. Sunumdan sonra akşam yemeğine kadar yine herkes için serbest çalışma zamanı. Bu arada varlığıyla bizi çok sevindiren bulaşık makinesinin bozuk olduğu anlaşılıyor.

Akşam çalışmasından önce Celal beste yapmak üzerine bilgiler veriyor. Matematiğin öneminden bahsediyor, tekrar yapmanın gerekliliğinden ama doğru şeyi tekrar etmenin öneminden, yani nakaratın ne olacağına doğru karar vermemiz gerektiğini söylüyor. Melodiyi oturtmak için hece sayılabileceğini söylüyor İlke, ‘Başlangıç cümlesini doğru belirlemek lazım.’ diyor. Tekrar eden bir ritim bulunmalı, bu önemli. Bahsedilen matematiğin hareket çalışmalarında da kullanılması gerektiğini, akışkanlığın ancak böyle sağlanabileceğini söylüyor Celal. Hareketin de belli bir ritim ya da ritimler yardımıyla yapılması gerektiğini söylüyor. Beste – ve tüm yaratı ürünleri- düşünerek yapılabilecek şeyler değil, yapa yapa deneye deneye, bilmeden içinden aka aka bulunur. Beynimizi ne zaman devreden çıkarmamız ya da arka plana atmamız gerektiğini bulsak iş çözülecek gibi, ya da bulsam.

Ses çalışmasında yine bir dem üzerine doğaçlamalar yapıyoruz ve arkasından İstanbul şarkısını söylüyoruz. Celal herkesin şarkının bir cümlesini söylemesini ve tondan çıkmamamızı söylüyor. Beceremiyoruz, ben tondan çıkıyorum. Tek başıma söylemekten çekindiğime karar veriyoruz. Sosisli molası verip Celal doymadan doymaya uğraşıyoruz. Herkes doyunca sahneye dönüp kuşlar çalışmasına geçiyoruz. Bu kez kimse mazeret bildirmiyor. Celal Kerem ve Merve’nin kuşları üzerinde değişiklikler yapıyor. Herkese çalışmalarının zayıf noktalarını söylüyor, bana da daha çok söz eklememi ve melodiyi azaltmamı. Genel olarak da sahneyi tüm alanı dolduracak şekilde kullanmamızı söylüyor. Yarın yapacağımız çalışma için bilmediğimiz bir dilde bir şarkı seçip hazırlamamızı istiyor.

ağustos 01, gümüşlük

Her zamanki deniz tayfası bugün yedeklerle renkleniyor. Şoförümüz Senem neşeden(!) yoldaki kasislere, setlere korna çalıyor!

Kahvaltıdan sonra Suzan’ ın Beckett sunumunu dinliyoruz. Ayşegül Yüksel’ in Beckett Tiyatrosu kitabı kaynağı.

Yemekte soğuk çorba var, bence yaz günü yenebilecek en serinletici yiyecek. Gerçi Oğuz çorbanın adının içinde soğuk kelimesinin geçmesi sebebiyle uzun uzun eleştiri yapıyor ama 2 koca kase soğuk çorba içtiği hiçbirimizin gözünden kaçmıyor. Çaylarımızı alıp sahneye geçmişken Celal heyecanla sesleniyor, sanırım ömrümüz boyunca bu kadar güzel bir manzaraya çok fazla rastlamayacağız. Güneş, Gümüşlük semalarından denize dalıyor hem de kıpkırmızı. Etrafta türlü dillerden melodiler uçuşuyor; Arapça, Farsça, İbranice, Norveççe, Lehçe... Bu arada gizli izleyicilerimiz çalışma alanımızı kuru çiçeklerle şenlendiriyor! Saat 8e doğru toplu halde ses çalışmasına geçiyoruz. Celal bağırmamamız gerektiğini, dağınık sesler çıkarmaktansa bulduğumuz tınlatıcılar üzerinde çalışmamızın daha doğru olduğunu söylüyor. Yemek arası verip yeniden şarkılarımızı çalışıyoruz. Ben Gülden’ le birlikte Arapça bir şarkı çalışıyorum. İlke dinleyip, şarkının gırtlaktan değil burun tınlatıcısından söylendiği gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor bizi, neyse ki bu şoktan kurtulmamız kolay oluyor. Aklımıza ezanın da aynı tınlatıcı yoluyla söylendiği geliyor, sonra Müslüm Gürses’i hatırlayıveriyoruz ve problemimiz kısa sürede çözülüyor. Saat 12 gibi çalışma bitiyor ve açık hava sineması hizmete giriyor. Uzun uzun “ne izlesek acaba?” diye eldekileri kurcalıyoruz, Celal İran sinemasından örnekler getirmiş. En sonunda Jafar Pana’nın Dayerah (Çember) filmini izliyoruz. Filmin sonuna doğru yıldızların altında, çiğden ıslanmış bir halde uyuyakalıyorum.

ağustos 02, gümüşlük

Kimsenin denize gidecek hali yok. Kahvaltının spesiyali haşlanmış yumurta sevinç nidalarıyla karşılanıyor. Şenlikli kahvaltıdan sonra Kerem’ in “Tragedyada insan” sunumu için toplanıyoruz. Sunumun tartışma bölümü Shakespeare ve Çehov’ a getirilmeye çalışıldıkça dağılıyor ve sunum sonlanıyor. Alışveriş için Senem, Erdem, İlke ve ben Bodrum’daki Metroya gidiyoruz, yolda benim için ‘Bugüne kadar nelere güldük?’ konulu seyyar sahne oryantasyonu yapılıyor İlke tarafından. Günün mönüsü ton balıklı makarna ve karpuz. Herkes çay içerken Gülden ve ben, Oğuz’un imalatı olan raketler yardımıyla pinpon oynuyoruz. Zamanın farkında bile değiliz. Çalışmaya koşarak gidiyoruz. Ama herkesi öylece otururken buluyoruz. Latife Tekin’ le tanışmak için toplanmışız meğer! Konuşup konuşup tanışıyoruz. Sonra ses ve beden çalışmasını iç içe yapıyoruz. İlke ses çalışması için bir öneri getiriyor, daha önce denedikleri yeri titretme çalışması. Hepimiz yere sırtüstü uzanıyoruz ve verebileceğimiz en pes sesleri vererek yeri titretmeye çalışıyoruz. Senem başarıyor. Erdem tek başına bütün sahne tabanını titretiyor.

Yemek molası verdiğimizde Savaş’ın esprileri eşliğinde durmaksızın gülüyoruz, bir ara espri yapılmadığı halde gülmeye devam ettiğimizi fark edip ona daha çok gülüyorum. Çalışmanın ikinci bölümünde şarkılarımızı söylüyoruz sırayla. Gecenin sonunda soğuktan donarak odalarımıza kaçıyoruz.

ağustos 03, gümüşlük

Kahvaltıdan önce yeni görevimi yerine getirip kaldığımız odaların önündeki taş bahçeyi suluyorum. Kahvaltıdan sonra Gülden Pina Bausch sunumu yapıyor. Pina Bausch insanın nasıl hareket ettiğine değil onu neyin hareket ettirdiğine odaklanırmış. Bu sunum kayıtlara benim de konuştuğum sunum olarak geçecek, hissediyorum. Sunumdan sonra herkes bir yere dağılıyor. Akşam 6 gibi yeniden toplanıyoruz. Uzun uzun şarkılarımızı ve kuşları çalışıyoruz. Sonra kısa bir beden çalışmasının ardından yine yıldızların altına uzanıp yeri titretmeyi deniyoruz. Yemek molasından sonra Celal Erdem’in tavuskuşunu ve Esma’nın bülbülünü çalıştırıyor. Tekrarların ve sahne kullanımının üzerinde yoğunlaşıyor. Kuşların hepsini merdivenlere yerleştiriyor ve başlangıç için toplu yapılacak bir hareket ve el doğacı çalışmamızı istiyor. Ardından şarkılarımızı söylüyoruz.

ağustos 04, gümüşlük

Bugün büyük gün. Günlerdir bahsi geçen gölet temizliği için erkenden kalkıyoruz. Kahvaltıyı ayaküstü ettikten sonra ben, Suzan ve İlke dışındaki herkes gölete gidiyor. Yine günlerdir yapılan dedikodular uyarınca Ahmet Filmer’in gölet temizleme kıyafetlerini ve ekipmanlarını görmeye gidiyorum ve fakat Ahmet abi’yi yarı çıplak göletin içine dalmış buluyorum. Sadece o da değil, herkes dizlerine kadar paçaları sıvamış, avuç avuç yosunlar vs çıkarıyor göletten. Ben de mutfağa yemeklerin başına dönüyorum. Göletin temizliği bittiğinde herkes yorgunluktan ve pislikten kurtulmak istiyor, denize gitme önerisi ortaya atılıyor ama hava çok sıcak olduğu için gidiş akşamüstüne erteleniyor. Eğlenceli deniz sefasından sonra yorgun argın kampa geri dönüyoruz, kısa bir dinlenmenin ardından yemek yiyip çalışmaya geçiyoruz. Hava kararana kadar beden ve ses çalışmalarını yapıp, kuşlarımızı gözden geçiriyoruz. Hava karardıktan sonra barkovizyonda Ahmet Filmer’in akademiyi tanıtan görüntülerini Latife Tekin ve Şükran Hanım’ ın bizim için aldığı baklavalar ve Senem’in babasının imalatı şaraplar eşliğinde izliyoruz. Akademide aile havası hakim!

ağustos 05, gümüşlük

Kahvaltıdan sonra Savaş’ın Asya Tiyatrosu sunumu için toplanıyoruz. Savaş nadiren sunum yaptığı için bu anın önemli olduğu söyleniyor. İlke Savaş’ ın sunumuna youtube’dan bulduğu örneklerle destek oluyor. En çok “matrix pong” videosunu seviyoruz.

Akşam yemeğini erken yiyip çalışmaya erken başlıyoruz. Uzun uzun ve bireysel bireysel kuşlarımızı çalışıyoruz. Erdemle ısınmaya geçiyoruz, ters bir hareket yapıp boynumu sakatlıyorum. Çalışmanın geri kalanını kenardan izliyorum. Ses çalışması sırasında yeniden ekibe katılıyorum. Ses çalışması yine yere yatılarak yapılıyor, çalışmanın sonunda İlke sesini yeterince açamadığını hissettiğini söylüyor. Sürekli pes sesleri çalışmanın bir süre sonra sesin kısıtlanmasına neden olabileceğini söylüyor. Celal de “liderini takip et” çalışmasında lider olan kişinin sesi tüm tınlatıcıları kullanarak dolaştırması gerektiğini, sesimizi açamamamızın sebebinin bu olabileceğini söylüyor. Yemek molasından sonra Kürtün ile Nesrin’in şarkısını tahtaya yazıp hep beraber çalışıyoruz. Ardından da Esma’nın ilahisini.

ağustos 06, gümüşlük

Bugünün sunumunu Erdem yapıyor. Konusu Peter Brook. Mine de ek bilgiler veriyor Peter Brook hakkında. Akıllı bir adam olduğu sonucuna varıyoruz, ama tanrı değil.

Yemekten sonra yine çalışmaya erken başlıyoruz. Bugün beden çalışmasına katılmıyorum. Celal, İlke ve benden Mantık-al Tayr metnindeki hikayelerden birer tane seçmemizi ve melodi-tekrar içeren bir düzenlemeye oturtmamızı istiyor.

Biz hikaye seçerken Savaş def çalıyor ve beden çalışması onun ritimleri eşliğinde yapılıyor. Sakatlandığım için kendime çok kızıyorum, çünkü çalışmayı dışardan izlerken fark ediyorum ki içimizde tuttuğumuz ritimleri de hissedersek ortak hareket edebiliriz, her zaman dışardan bir ritim verilmesine gerek yok. Ses çalışmasında Celal’in dünkü uyarılarını dikkate alarak her tınlatıcıda uzun uzun çalışıyoruz.bu kez seslerimiz açılıyor. Yemek molasının ardından Esma’nın ilahisini tahtaya yazıp hep beraber çalışıyoruz. Sonra da kuşları yine merdivenlerde çalışıyoruz. El doğacını ve başlangıç için bulduğumuz hareketi de ekleyerek akış gibi oynuyoruz.

ağustos 07, gümüşlük

kahvaltıdan sonra dün sözleştiğimiz üzere Mantık-al Tayr’ı anlayabilmek için toplanıp okuma yapıyoruz. Oğuz sözlük desteği veriyor, İlke ve Kerem islam felsefesi konusunda destek veriyorlar. Bu sayede metin daha bir aydınlanıyor sanki. Yine de çok zorlanacağımız kesin.

Yemekten sonra çalışmaya geçiyoruz. Kürtün’ün masajları ve İlke’nin nane yağı sayesinde boynum daha iyi, bugün ben de çalışıyorum. Celal uçmak gibi zor hareketler denememizi, herkesin bir atlama denemesini istiyor. Farklı atlayışlar deniyoruz, Celal “risk alın” diyor, “tehlikeli atlayışlar deneyin, uçuş gibi olsun”. Deniyoruz. Ses çalışmasında yine Esma’nın ilahisini çalışıyoruz. Yemek molasından sonra Celal vaiz ekibine küçük bir prova yaptırıyor. Cuma akşamı Vaiz oynanacak.

Ardından kuşlar olarak yine merdivenlere tünüyoruz. Birer duruş belirliyoruz kendimize. Ben ve İlke hikayelerimizi okuyoruz. sonra da bütün kuşlar sırayla oynandığında ara geçişlerde ne yapabileceğimiz üzerinde çalışıyoruz.

ağustos 08, gümüşlük

Bugün de sunum yok. Kahvaltıdan sonra yine Mantık-al Tayr okuması yapıyoruz. Bu kez hikayeleri atlayıp asıl olayı okuyoruz, bu haliyle metin daha anlaşılır oluyor sanki.

Yemekten sonra çalışmaya geçiyoruz. Hareket çalışmasında yine dünkü gibi riskli hareketler ve atlayışlar deniyoruz. Celal “herkes bir atlayış belirlesin, onun üzerinde çalışsın.” diyor. Uzun uzun atlayışlar çalışıyoruz, yüksek tempoda çabuk yorulduğumu hissediyorum. Kondisyonumu arttırmam şart. Ses çalışmasında Erdem eşliğinde tınlatıcılarda dolaşıyoruz. Yemek molasından sonra kuşlarımıza çalışıyoruz merdivenlerde. Celal bir kısmımızı yeniden izleyip değişiklikler yaptırıyor. Vaiz ekibine prova yaptırdıktan sonra çalışmayı bitiriyor.

ağustos 09, gümüşlük

Mahmut Polonyalı tiyatro topluluğu Gardzienice’yi anlatıyor. Çalışma yöntemleri bizimkiyle ortaklıklar taşıyor.

Akşam çalışmada yine hareket ve ses çalıştıktan sonra kuşlar için akış alıyoruz. Her kuşun girişinden önceki bağlama bölümleri çalışılıyor. Başından sonuna bütünlüklü bir metin oluşuyor kendiliğinden. Yemek molasından sonra Vaiz ekibi yarınki oyun için prova yapıyor.

ağustos 10, gümüşlük

Bugünün sunumunu Murat yapıyor. Theodore Gaster’in Thespis isimli kitabının bir bölümünü anlatıyor. İlke, akşamki oyunda sıkıntı çekmemek için doktora gidip belini muayene ettiriyor, korkulacak bir şey yok, fıtık değil.

Akşam çalışmada bir grup, Erdem’in şarkısını çalışıyor. İlke oyun için belini dinlendiriyor. Celal benimle Huma kuşunun hareket dizisini çalışıyor, geriye doğru savuruyorum kendimi, daha çok risk almamı ve düşmeden önce bir an havada asılı kalmamı istiyor. Düşünerek yapamıyorum, deneyerek yaklaşıyorum sanki, ama yine de oldukça uzağında olmalıyım hedeflenenin. Ben çalışırken Vaiz ekibi de ısınmaya başlıyor. Hep birlikte yapılan ses çalışmasından sonra Vaiz için küçük bir prova alınıyor. Oyun sahneden merdivenlere taşınıyor ve ekibin tedirginliği yüzlerinden okunuyor. Mahmut ışıkları ayarlıyor. Gösterim saati yaklaşınca sahneye sandalyeleri dizip izleyicileri beklemeye başlıyoruz. Ekip, amfi tiyatronun merdivenlerinde çok görkemli görünüyor.

Gösteri bir iki ufak aksama-dil sürçmesiyle tamamlanıyor. İzleyiciler şaşkın, oyuncular şaşkın, son beş dakikaya yetişen DHA muhabirleri daha da şaşkın; zira muhabir Kerem’le röportaj yaparken “Metninizin kaynağı neresi?” sorusuna aldığı “Eski ahit” yanıtına otomatik bir soru daha sorup Kerem’i allak bullak ediyor “Ne kadar eski?”. Gece Latife Tekin’le gitgide koyulaşan sohbetle son buluyor.

ağustos 11, gümüşlük

Kampın son günü. Herkeste bir rehavet hali mevzu bahis. Kahvaltıdan sonra

denize gidiyoruz. Kampın en uzun deniz seferini yapıyoruz. Genel bir dinlenme ve eğlenme hali hakim. Dönüşümüz neredeyse akşamı buluyor.

Akşam yemeğinden sonra kampı değerlendirmek için toplanıyoruz. İznik kampına kıyasla herkesin daha kolay adapte olduğu ve daha verimli çalıştığı konusunda herkes hemfikir. Mantık-al Tayr’a devam edecek miyiz sorusu soruluyor. Celal herkesten üflemeli bir çalgı çalmaya çalışmasını istiyor. Eylülden itibaren toplanıldığında yapılacak sunumların konusu müzik olacak. Herkese konular dağıtılıyor. Temizliğin bir kısmının bugün yapılması kararı alınıyor. Çalışma salonu ve mutfak toparlanıyor. Mutfak toparlanır ve bir yandan da yemek yenirken Ahmet Filmer yanımıza geliyor ve ne zaman bittiğini bilmediğim bir sohbet başlıyor.

ağustos 12, gümüşlük

Odaların temizliği, az nüfusla yapılan kahvaltı, sonrasında dünden eksik kalan ufak tefek toparlamalardan sonra ben de dönüş yoluna düşüyorum. Yeni bir ekibe dahil olmanın tedirginliği ve heyecanı geçmiş değil...

Ahkam bölümü

Ahkamımı söylentiler üzerinden kesmek durumundayım. Zira ekibin hareket tiyatrosu yapmaya karar verdiği andan itibaren ne yaşadığına tanık olmadım. Yalnızca gördüğüm şu ki; ekip bir çok kilitli kapının anahtarına ulaşmış. Bana gelince; başlarda kendimi oldukça yabancı hissettiğimi söylemeliyim. Yapılan çalışmalara değil, çalışmaların yapılış tarzına yabancıydım. Ortak bir dil hüküm sürüyordu ve herkes Celal’ in hangi hareketinde ne demek istediğini, Erdem’ in bir sonraki çalışmasının ne olduğunu hemen anlıyordu. Yabancılığım biraz kırıldıktan sonra ise başka türlü bir zorluk yaşadım. Artık dillerini anlıyordum ama anlamak yetmiyordu. O dilden konuşmaya da başlamalıydım. “Anlıyorum, ama konuşamıyorum.” hali bunaltıcı oluyordu. Hali hazırda eksiksiz bir dil birliği sağlamış hissetmiyorum kendimi, ama bunu zamanla aşacağımı düşünüyorum.

Yalıtılmışlığın getirdiği yüksek konsantrasyon sayesinde -belki de kim bilir – ne yaptığımızla ve bunu nasıl yapacağımızla ilgiliydik yalnızca. Bu da öz disiplin sağlama amaçlı bireysel çalışmaların sonuçlarının daha verimli olmasını sağladı gibi geliyor bana. Her ne kadar ben tek başıma çalıştığımda verim alamadığımı düşünsem de... Belki de artık kendimden başka birilerinin sözünü dinleme zamanı gelmiştir...