27 Aralık 2009 Pazar

"Ben,Pierre Riviere.." Diyarbakır Turnesi Kasım 2006

Kerem EKSEN

17 Kasım Cuma

Kalkışa beş dakika kala uçaktayız! İstanbul büyük şehir. Haliç yolu kapalı. Raylı sistemleri uç uca ekleyerek iki buçuk saatte geliyoruz havaalanına. Ama neyse ki yetişiyoruz.

Erdem, Celal, Mahmut ve ben... Gürültülü uçak yolculuğunu ayrı düştüğümüz koltuklarda tamamlayarak aksam dokuza doğru Diyarbakır’a konuveriyoruz.

DSM’nin gönderdiği “Mahmut Nizam Özlütaş” tabelası tutan bir taksici karşılıyor bizi. Neden özellikle Mahmut’un ismini seçtiğini bilmiyoruz. Ben Mahmut’un tam adının Bayındırlık ve İskân Bakanı’na yaraşır ihtişamda olmasının etkili olduğunu düşünüyorum. Gerçi Erdem’in tam adı da “Ahmet Erdem Şenocak”mış. Ama bu isimden olsa olsa İl Milli Eğitim Müdürü olur diyorum ben.

Taksicinin yanı sıra bize bir anlamda Diyarbakır yollarını açan, geçen sezon burada bir amatör ekiple bizim Dünyanın En Güzel Hikâyesi’ni oynayan Serkan ve arkadaşı Atilla karşılıyor bizi. Arabalara bölünüp otele gidiyoruz.

Büyük Otel güzel. Sessiz ve tadilatsız. Soluğu hemen yakındaki ciğercide alıyoruz. Sonra da Sanat Sokağı’ndaki Frida Café’de. Celal’in “sütsüz menengiç kahvesi” talebi küçük bir infiale yol açıyor, ama Celal garsonları ikna etmeyi başarıyor.

Havadan sudan sohbetler... Diyarbakır, Diyarbakır’da tiyatro, genelde tiyatro, devlet tiyatrosu, belediye tiyatrosu, üniversite tiyatrosu... Çıkarılmak istenen oyunlar, çıkarılamayan oyunlar, oynanan oyunlar, dönen dolaplar, kırık kanatlar, hepsi burada da ziyadesiyle mevcut. Yapılan değerlendirmeler Diyarbakır’a özgü siyasi atmosferin tiyatro ortamına etkisi konusunda fazla bir ipucu vermiyor. Sorunlar, meleketin herhangi bir yerindeki tiyatronun sorunları gibi sanki.

Yarın ilk oyun üçte Diyarbakır surlarına mündemiç nadide bir mekân olan Keçiburcu’nda. Gündüz oyunu olması boşuna değil, zira akşamları muhit pek tekinsiz oluyormuş.


18 Kasım Cumartesi

Dokuzda kalkış... Kahvaltı sırasında Serkan da bize katılıyor. İnsanı zaman zaman çaresiz bırakacak kadar düşünceli ve misafirperverce davranıyor bize. Misal, birisi eskaza “ben de yanımda diş macunu getirmemişim” dediğinde Serkan hemen ayağa fırlayıveriyor:

- Nereye Serkan?

- Diş macunu almaya.

- Boşver otur Serkan.

- Yok gideyim alayım.

- Gerek yok Serkan.

- İnecektim ben zaten.

- Otur allasen.

- Yok bana da lazım.

- Uydurma Serkan, otur.

Çıkıp önce otelin yakınındaki DSM’nin salonuna bir göz atıyoruz. Işıklara ufak bir takviye gerekiyor, Belediye Tiyatrosu’ndan arkadaşımız Yavuz’u arıyoruz. Sağolsunlar, bir spot verecekler bize. Fazla oyalanmadan 15’teki oyunun oynanacağı yere, Keçi Burcu’na gidiyoruz.

Mekân dillere destan. Yüksek tavan, bol sütun, loş ışık... İçeride Hafriyat ekibinin sergisi sürüyor. Birkaç işi mecburen kenara alıyoruz. Erdem en dipte, yuvarlak bir holde oynayacak. Işık biraz loş, hava biraz soğuk ama idare edecek gibi. Seyiciler için tabure getirilmesini rica ediyoruz DSM’den.

Oyundan kırk beş dakika önce salonu ziyaretçiye kapatma izni aldık. Aslında bu bizim için oldukça kısa bir süre. Ancak hem oyunda sahneye yönelik bir hazırlık gerekmediği için, hem de mekân bizi buna zorladığı için böyle olacak. Erdem’in işi zor. İstanbul’daki oyunlarda saatler önce salona geliyor ve en azından bir saat boyunca gösteriye yönelik hazırlık yapıyor, atlayıp zıplıyor, bağırıp çağırıyor. Şimdi bunlar biraz zor. Ayrıca zemin de soğuk, ayakları üşüyecek çocuğun.

Saat ikiye kadar boşuz. Serkan bize Diyarbakır’ı gezdiriyor biraz. Keçiburcu’ndan (yani Mardin Kapı’dan) başlayıp Balıkçılar boyunca yürüyoruz. Ulu Cami’ye kadar. Dört ayaklı minareyi ve yakınındaki Keldani Kilisesi’ni görüyoruz.

Ulu Cami’de senkronize konuşan çifte rehber kızlar, Cahit Sıtkı’nın evinden bahsedip Yaş 35 şiirini son mısrasına kadar okuyorlar. Ve ısrarcı selpakçılar. Cahit Sıtkı’nın evinde sessiz sakin bir kız –belli ki asıl amacı bir şeyler anlatıp bahşiş almak- peşimize takılıyor, geçtiğimiz pasaj boyunca bizimle geliyor. Sonra, bakıyor ki bize anlatabileceği bir şey yok, cebinden ürkek ürkek bir paket selpak çıkarıyor. “Biz çok aldık ama Ulu Cami’de” diyoruz, sessice uzaklaşıp gidiyor.

Saat ikide burçtayız. Salonu elimizden geldiğince hazırlayacağız. Salonun bekçisi Ramazan abi de bize yardım ediyor. Ve tabii bir de Serkan.

Oyun saatinde başlıyor. Fazla seyirci yok. Sergiyi ya da burcu gezmeye gelip içeri girenler var. Birkaç da tiyatro meraklısı. Ancak mekân soğuk. Tabureler de gösteri saatine yetişmediği için seyirci ayakta. Oyun –ben izlemiyorum, kapıda bekçiyim- pek konsantre geçmiyor. Erdem idare etmiş ama seyircinin aklı başka yerlerde, muhtemelen sıcak evlerindeymiş.

Ben kapının dolaylarında ilginç anekdotlara şahit oluyorum. Oyunun bitmesine yirmi dakika kala kapıya yönelen bir amca, elektrik sobasının önünde ısınan Ramazan abiyi görüyor ve “Sen burada sobayı kapmışsın, biz orada deli dinliyoz” diyor. Kabul etmek gerekir ki olan bitenin son derece canlı ve özünde doğru tarifi bu.

Arada bir dışarı çıkıp bakıyorum. Uzaklardan, dün başlamış ve muhtemelen yarın bitecek olan bir düğünün tekdüze elektrosaz tıngırtısı geliyor. Şehrin bu kısmının –ve dolayısıyla bizim oyunun- devamlı fonunu bu ses oluşturuyor. Hava çok güzel. Ziyaretçiler burca geliyorlar, içeride ne olduğunu merak edenlere açıklama yapıyoruz. Bir ara Azad adında bir çocukla sohbet ediyoruz. Okula gitmemiş ve gitmeyecek. “Arabaların önünde yatıyoruz” diyip duruyor, anlayamıyorum. Oradaki mahallede yaşıyormuş.

Bir ara Ramazan abi salon boyunca volta atmaya başlıyor. Özellikle Erdem’in oynadığı hole doğru yaklaştıkça, volta oyuna karışmaya başlıyor, zira Ramazan abinin ayakkabıları fena halde kösele. Bir noktada dayanamayıp “Ramazan abi amma çok tıkırdıyor senin bu ayakkabılar” diyorum, mağrur bir edayla “sorma ben de farkındayım” diyor. E yürüme be abicim o zaman.

Velhasıl oyun, ayakkabı tıkırtıları ve elektrosaz tıngırtıları eşliğinde son buluyor. Celal’in dediğine göre pek iyi olmamış, seyirci oyunun havasına pek girememiş. Yarın başka önlemler almamız ve seyirciyi bir yerlere oturtmamız gerek.

Oyun bitince Erdem’i DSM’nin gönderdiği taksiye bindirip otele gönderiyoruz, biz yürüyerek DSM’nin yolunu tutuyoruz. Hava hemencecik kararıyor. Sokaklar bir hayli canlı.

DSM’de hazırlıklar biraz ucu ucuna yetişiyor. Sorun Belediye’den gelen spot... Yaktıktan kısa bir süre sonra spotun ampulü son nefesini veriyor. Yeni ampul gelip de salon hazır olana kadar oyun saati geliyor. Erdem gene son dakikalarda hazırlanıp çıkıyor.

Kırk-elli civarı seyirci var salonda. Anlaşılan Edebiyat Günleri kentin kültür gündemini belirlemiş durumda; DSM’nin etkinlikleri biraz geri planda kalıyor. Ben gene dışarıda nöbetçi olduğum için oyunu izleyemiyorum. Ama iyi geçmiş. Dağıttığımız izleyici formlarından bize dönenler gayet olumlu yorumlar içeriyor.

Oyun sonrası Serkan, Nursin, Yavuz ve DSM sorumlusu Özlem’le yemek yiyoruz. Sonrasında Serkanların ısrarlı davetlerini geri çevirmek zorunda kalıp otele dönüyoruz. Çocuğun yarın iki oyunu var, kolay değil.


19 Kasım Pazar

Bu kez saat 10:00 civarı uyanıyoruz. On bir gibi çıkıp geze geze burca gidiyoruz. Erdem bize daha sonra katılmak üzere otelde kalıyor, zira hafif üşütme belirtileri var.

Balıkçılar mahallesinde dolaşıyor, biraz sağa sola sapıyor, ara sokaklara dalıyoruz. Çocuklar her yerde –adet olduğu üzere- hello nidalarıyla karşılıyorlar bizi. Tabii fotoğraflarını çekmeden bırakmıyorlar.

Serkan’la laf lafı açıyor; konu Diyarbakır’daki hayata geliyor. “Taraf olmayı sevmiyorum” diyor. Sonra grup sancılarını anlatıyor bize. Kulisler, kişisel karizma patlamaları ve çöküşleri, kelekler, şımarıklıklar, kaprisler... Kişisel tatminlerin ve taleplerin yönlendirdiği, tesadüflere ve kişisel etkenlere son derece açık, kırılgan gruplaşma ve sağlam dağılma öyküleri. Üniversite tiyatrosunun bir anlamda sıradanlaşmış sancıları. Biraz kendi tiyatro deneyimimizden, bildiklerimizden bahsedip kafasını karıştırmaya gayret ediyoruz.

Aslında Serkan’ın tiyatro yaşamı zaten fiilen son bulmuş vaziyette. Zira planı Nusaybin’de bir inşaat-müteahhitlik ofisi açıp Irak Kürdistanı’yla iş yapmak. Gene de tiyatrodan kopamıyor ya da kopmamaya çalışıyor, Grotowski filan okumayı sürdürüyor.

Keçi burcundaki oyun bu kez daha iyi. Kapıyı kapatıyoruz, pencerelere karton koyuyoruz ve seyirciyi DSM’nin bir çay bahçesinden getirdiği taburelere oturtuyoruz. Böylece oyunun atmosferi istenen yoğunluğa kavuşuyor. Seyirci oyun ve alkış faslı bittikten sonra uzunca bir süre sessizce oturuyor. Hayra alamet olsa gerek.

Gerek dünkü oyundan erken çıkan çocukların söylediklerinden, gerekse kimi başka yorumlardan anladığım kadarıyla, Pierre Rivière oyunu burçta iyiden iyiye ürkütücü bir atmosfer yaratıyor. Dün konuştuğum çocuklar, neden erken çıktıklarını sorduğumda “korktuk abi o yüzden” dediler. İlahi...

Bugünkü oyunda Ramazan abi de ilerleme kaydediyor. Volta atacağı zaman ayakkabıları çıkarıyor, soğuğa rağmen çoraplarla dolanıyor salonda.

Oyun bittikten sonra Erdem’i önden gönderip, biraz dolaşıp çay çorba içiyoruz ve 18:00’deki oyun için DSM’ye gidiyoruz. Gene kırk civarı seyirci var. Birkaç kişi de oyun başladıktan hemen sonra geliyor, rica minnet içeri girmek istiyorlar. Güç bela –ve muhtemelen Erdem’in dikkatini biraz dağıtarak- içeri alıyoruz onları da. İyi geçiyor oyun.

Sonrasında DSM’nin yöneticisi Melike hanımla karşılıklı iyi temennilerimizi ileterek DSM’den ayrılıyoruz.

Yemek Tabier adlı şahane lahmacuncuda. Sonrasında Serkan, Özlem ve Yavuz’la Nursinlere gidiyoruz. Sohbet-muhabbet. Fazla uzatmıyoruz ama, yarın erkenden yola çıkacağız.


20 Kasım Pazartesi

Sabah erkenden kalkıp Serkan önderliğinde Mardin’in yolunu tutuyoruz. Orayı biraz gezip akşam 17:30 oyunu için Nusaybin’e geçeceğiz.

Mardin’i beklediğimiz gibi çok seviyoruz. Önce ıssız sokakları geziyoruz biraz. Yıllar öncesinden kalma leblebici bizi mest ediyor. Her lafımıza “he gurban” diye cevap veren huzur timsali bir amca.

Kırklar Kilisesi’ni gezip Süryaniler hakkında kıymetli malumat aldıktan sonra bir süre çarşıda dolaşıyoruz. Rıdo Usta’da muazzam bir kebap yiyip minibüsle Nusaybin’in yolunu tutuyoruz.

Yol çok güzel. Saat dört bile olmadı ama güneş batıyor. O muazzam Mardin Ovası’nın üzerinde ilerliyor ve İpek Yolu’na çıkıyoruz. Hedeflediğimizden daha geç varıyoruz Nusaybin’e. Ancak Erdem artık alıştı, neredeyse on dakika evvel bir mekâna götürüp “oyna bakim” desek bozmadan oynayacak. Hazırlıkları hemencecik bitiriyoruz. Seyirciler de birer ikişer geliyor.

Ancak birer ikişer derken salon doluyor. Buraya kimsecikler turne yapmadığı için, tiyatro gösterisi daha çok izleyicinin ilgisini çekiyor.

Oyuna on beş dakika kala elektrikler kesiliyor. Lüks lambalarını deniyoruz, sonuç iyi. Bunun üzerine şalterleri indirip oyunun tamamını lambaların ışığında sergilemeye karar veriyoruz.

Şu anda oyun devam ediyor. Ben de salonun arkalarında bir yerde, yakındaki bir mumun ışığında yazıyorum bunları. Seyirci ilgili görünüyor. Ses yok. Erdem oyunun başında uzun sessizliğin ardından yüksek sesle nefes aldığında “ayyy” diyiverdi bir kız. Galiba lambanın loş ışığı oyunun atmosferini daha bir yoğunlaştırdı. İyi gidiyor. Bir de arka sıralarda oturanlar görebilse...

Oyun bitti. Seyirci sayısı 78. Fena geçmedi sanki. Şimdi kafe sahipleriyle birer çay içip yola düşeceğiz.

Serkan bize bir son dakika golü atıyor ve oyunun hemen akabinde, kaşla göz arasında almış olduğu beş kilo kaçak çayı bize takdim ediyor. Seyahat boyunca süren ikram savaşı Serkan’ın galibiyetiyle sonuçlanıyor.

Acele acele dönüyoruz Diyarbakır’a. Mardin gerçekten de söylendiği gibi “gece gerdanlık”. Ovadan görünüm çok güzel.

Ve koşa koşa yetişiyoruz uçağa. Bu turnenin kaderi de buymuş: koşa koşa geldik, koşa gidiyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder